tiyatro

Mart ayında iki gösterimle tiyatroseverleri Kundura Sahne’de karşılayacak GEÇEN GÜN’ün yönetmenlerinden Naz Erayda, #ilhamverenkadınlar serisinin yeni konuğu. Kumpanya’nın kurucularından ve  “Neredesin Firuze?”, “Yumurta”, “Buğday” gibi birçok filmin ödüllü sanat yönetmeni olarak da yakından tanıdığımız Erayda’ya ilhâm kaynaklarını sorduk. 

Naz Erayda

Sesler

Nathalie Stutzmann, Deniz gidip geldiğinde kıyıdaki çakıllara/kayalara/ahşap iskelelere vurarak çıkardığı sesler, Kuru yaprakların üzerinde yürürken çıkan sesler, Kağıt hışırtısı, Rüzgar, Orman, Dağ, Islık, Kontrbas, Saksafon, Amy Winehouse, Nina Simone, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Aynur Doğan, Philippe Jaroussky, İstanbul’da vapurların düdük sesleri, Glenn Gould’un piyano çalarken bir yandan mırıldanması, sessizlik.. 

Sevim Burak

Kitaplar

Yavaş Günlük, Anita Sezgener, Nod, İstanbul, 2023

Aritmi Koridoru, Anita Sezgener, Everest Yayınları, İstanbul, 2020

Yanık Saraylar, Sevim Burak, Adam Yayınları, İstanbul, 1982

Afrika Dansı, Sevim Burak, Adam Yayınları, İstanbul, 1982

Sahibinin Sesi, Sevim Burak, Adam Yayınları, İstanbul, 1982

Uçuşan Etekler Bir Ağıt, Yves-John Berger, Çeviri Beril Eyüboğlu, Metis, İstanbul,  2014

Everest My Lord, Sevim Burak, Adam Yayınları, İstanbul,1984

Mrs. Dalloway, Virginia Woolf, Çeviren Tomris Uyar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999

Ateşler, Marguerite Yourcenar, Çeviren Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, İstanbul, 1997

Manuel Bir Daktiloya Ağıt, Jonas Mekas, Çeviri Baran Bilir, Lemis Yayın, İstanbul, 2023

Şehirler

Aynı nedenlerle kötü tecrübeler yaşamaya açık da olsa her an beklenmedik görüntülerle, olaylarla, kokularla, renklerle, dokularla, geçmiş ve bugünkü yaşantılarla karşılaşabildiğim şehirler heyecan verici oluyor. İstanbul, Londra, Marakeş, Venedik, Berlin, Paris..

The Piano, 1993 (The Criterion Collection)

Filmler

Blue, 1993, Yönetmen: Derek Jarman 

Mavi rengin yansıdığı perdeye bakarak neredeyse hipnotize edercesine, olağanüstü sakin bir sesle anlatılanları dinlemek büyüleyici olduğu için.

Anatomy of a Fall, 2023, Yönetmen: Justine Triet

Yerleşik ve kaba ahlak anlayışını farklı bir yaklaşımla ifade ettiği için.

The Power of the Dog, 2023, Yönetmen: Jane Campion 

Seçilen dönem ve kurulan sert atmosferde eşcinsellik ve homofobiyle ilgili incelikli, derin ve güçlü bir yaklaşımı olması nedeniyle. 

The Piano, 1993, Yönetmen: Jane Campion

Yönetmenin birden her şeyi bırakıp tuhaf detayların peşine düşmesi çok etkiliyor beni. Herşey birbirini tamamlıyor.

Youth, 2015, Yönetmen: Paolo Sorrentino

Durmak, bakmak, izlemek/dikizlemek, görmek kavramlarını beklenmedik bir dille ifade etmesini eğlenceli buluyorum. Ayrıca renkler, görsel dil çok güzel.

The Lobster, 2015, Yönetmen: Yorgos Lanthimos

Aynı zamanda hem çok gerçekçi hem de gerçeküstü olması heyecan verici. Hem görsel dili hem yarattığı karakterler ve hikayeyle kendi gerçekliğini kuruyor.

Una Giornata Particolare, 1977, Yönetmen: Ettore Scola

Direniş kavramını sıradışı bir hikayeyle ve zarif bir yaklaşımla ifade ettiği için.

Carrington, 1995, Yönetmen: Christhoper Hampton

Zaafları olan güçlü bir kadın karakter, etkileyici bir hikaye, sade ve inandırıcı oyunculuk.

The Hours, 2002, Yönetmen: Stephen Daldry

Kural dışı, arada kalmış, yanlızlığı derinden hisseden karakterlerin, belki de tanımlanamayacak duygularını farklı bir zaman anlayışıyla ifade ettiği için.

71 Fragments of a Chronology of Chance, 1994, Yönetmen: Michael Haneke

Filmin şiddet dürtüsünü farklı zaman duygusu, ve parçalı yapısıyla farklı bir dille anlatmasından etkileniyorum.

Laurie Anderson (Fotoğraf: Ebru Yıldız)

Kadınlar

Laurie Anderson / Sanatçı

Disiplinlerarası yaratıcılığı, bilinen kalıplarla tanımlanamayacak olması, sınır, kural tanımazlığı, özgürlükçü özgün ve derin yaklaşımı nedeniyle.

Louise Bourgeois / Sanatçı

Gizemli ama apaçık, savrulan ama kök salan, hem titrek hem güçlü bir duruşu olması nedeniyle. 

Sevim Burak / Yazar

Yamuk bakışıyla farklı bir algı biçimi yaratan özgün ve cesur yapıtları nedeniyle.

Maya Kurdoğlu / Sanatçı, Tasarımcı

Özgürlükçü, yenilikçi, incelikli, derin, özgün yaklaşımı nedeniyle

Aytül Kipkurt, Sanatçı

Cesareti, özgün bakışını inatla sürdürmesi, yenilikçi tavrı, zamanının ilerisinde güçlü fikirleri nedeniyle.

Seçil Yersel, Güneş Savaş, Özge Açıkkol (Oda Projesi) / Sanatçı

Bu üç kadın sanatçının, yaratıcılıklarını kararlılıkla başkalarına açık ortak üretim koşulları oluşturarak sürdürmeleri beni her zaman etkiledi.

Duygu Aykal / Koreograf, Dansçı

Ölümle burun burunayken birşeyler anlatarak, kahkahalar atarak bizi neşelendirmeye çalışması bende derin bir iz bıraktı. 

Naz Erayda

Yönetmen, tasarımcı, sanat yönetmeni, eğitmen. Eğitimini Mimar Sinan Üniversitesi ve Bilsak Temel Oyunculuk ve Sahne Bilgisi Atölyelerinde tamamladı. 1991’de Kerem Kurdoğlu ile birlikte Kumpanya’yı kurdu. Bir binanın, bir semtin, bir insanın kimliğinden, bir kavramdan, bir fotoğraftan, bir cümleden bazen de yazılı bir metinden yola çıkarak “Tekstin oyuncu, oyuncunun ses, sesin mekan, mekanın ışık, ışığın giysi” olduğu bir tiyatro dili yaratmak, farklı algı biçimleri oluşturmak üzerine çalışmalar yaptı. “Uzam, zaman, bellek, hareket, ritim, durma, parçalanma, tekrar etme çoğalma, yaklaşma, uzaklaşma, kaybolma” kavramları üzerine, farklı disiplinleri birleştirerek ses, söz ve hareket parçalarından oluşturduğu oyunlarını kentdışı ve kentiçi açık/kapalı alanlar ve kapalı tiyatro mekanları için tasarladı ve yönetti. “Çizelge Oyun” adını verdiği kavramsal bir oyun yazdı. Yeni tiyatro dili üzerine yurtdışı ve yurtiçinde atölye çalışmaları düzenledi. Kumpanya’nın çalışmalarını içeren “Ne Bileyim Kafam Karıştı” adlı kitabın editörlüğünü ve Çağdaş Tiyatro Dergisi Gist’in yayın yönetmenliğini yaptı. Çağdaş Gösteri Sanatçıları Girişimi, Tiyatro Devran ve 5. Sokak Tiyatrosu dahil olmak üzere bazı tiyatro ve sanatçı girişimlerinin kurucu üyesi olarak yer aldı. Yapı Kredi Kültür Sanat-Tiyatro Seminerleri danışma kurulunda, Afife Jale Tiyatro Ödülleri jürisinde, Antalya Film Festivali Antalya Altın Portakal Festivali ve İstanbul Film Festivali’nin jürisinde yer aldı. Tiyatroda yönetmenlik, dekor-kostüm tasarımı, kısa ve uzun filmler, reklam filmleri, TV filmleri için yapım tasarımı, sanat yönetmenliği, kostüm tasarımı yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Mimarlık Bölümü’nde, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Sanat Tasarım Fakültesi’nde, İstanbul Üniversitesi’nin Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nde, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi ile Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde “Tiyatroda farklı yaklaşımlar” üzerine atölye çalışmaları ve dersler verdi. 2006-2023 yılları arasında, Mimar Sinan Üniversitesi’nde Deneysel Tasarım, Bilgi Üniversitesi’nde Sanat Yönetmenliği dersi, Okan Üniversitesi Konservatuvar Tiyatro Bölümü’nde “Doğaçlama: Uzam-Zaman-Beden” isimli dersleri verdi. Yönetmenliğini yaptığı bazı oyunlar, “Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse”, “Sansürcü”, “Nurşen”, “İstanbul By Naz”, “Yine Ne Oldu?”, “Kesişmeler”, “Everest My Lord Roman 3 Perde”, “Everest My Lord’ Birinci ve İkinci Bölüm”, “Everest My Lord’dan Kısa Bir Bölüm”, “Kim O?”, “Doğum, Canlanan Mekan/ Uzun Zamandır Ölmekte Olan Bir Kentin Tiyatral İzdüşümü”, “Burada Kalmak İstiyorum, Pencereyi Rüzgar Kapatmış…” bulunmakta. Konseptini geliştirdiği kolektif işlerden bazıları arasında da, “Uzun Bir Yıl: Yürümek, Durmak”, “Ölmek Üzerine Bir Çalışma”, “Duruş”, “Yemek”, “Nurşen”, “Beni Duyuyor musun?”, “Ay Tedirginliği”, “Hücre”, “Zapturapt” yer alıyor. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Avni Dilligil, SİYAD (Sinema Yazarları Derneği), Antalya Film Festivali, Adana Film Festivali, Ankara Film Festivali gibi festival ve kurumlardan tiyatro ve sinema alanında ödüller aldı. 

Güncel sanat, tiyatro ve performans alanında ürettiği çalışmalarıyla uluslararası sanat dünyasının çok tartışılan ismi Rabih Mroué, iki farklı gösteriyle Kundura DocLab’in konuğu olarak İstanbul’a geliyor. Lübnanlı tiyatro yönetmeni, oyuncu, görsel sanatçı ve oyun yazarı Rabih Mroué’nin, “Bir Bulutla Yol Almak” (Riding on a Cloud) ve “Bana sigarayı bıraktır” (Make Me Stop Smoking) adlı performansları, Türkiye’de ilk kez Nisan ayında Kundura Sahne’de seyirciyle buluşuyor.

Bir Bulutla Yol Almak / Riding on a Cloud, Rabih Mroué copyright © Sommerszene Salzburg/Bernhard Müller, 2015

Ekranlardaki savaş sahnede

24 ve 26 Nisan tarihlerinde izleyebileceğiniz “Bir Bulutla Yol Almak”, bizi Lübnan’a götürüyor ve bizi  Rabih Mroué’nin küçük kardeşi, aynı zamanda eserin asıl oyuncusu Yasser Mroué ile tanıştırıyor. Lübnan iç savaşında bacağından yaralanan ve konuşma yeteneğini kaybeden Yasser’i kendisine benzeyen bir karakteri canlandırmaya davet eden Mroué, sahnede anlatılan anılardan yola çıkarak çekilmiş videolarla Lübnan’daki politik çekişmelerin sübjektif bir resmini oluşturuyor. Gerçeğin kurguyla harmanlandığı bu eser, Orta Doğu’nun modern tarihini ve acı dolu bugününü irdelerken, savaşın ekranlardan izlendiği küreselleşmiş görsel kültürümüz üzerine de sarsıcı bir farkındalık yaratıyor.

Bana Sigarayı Bıraktır / Make Me Stop Smoking, Rabih Mroué

Kayıp bir dünyayı inşa etmek

Rabih Mroué’nun akademik olmayan konferansı “Bana Sigarayı Bıraktır” ise, performans anlayışının dışında bir sunum sahneye koyuyor. 27 Nisan Cumartesi günü ücretsiz gerçekleşecek ve ardından Mroué’nun katılacağı bir sohbetle devam edecek bu sunum, “Kayıp bir dünyayı yeniden inşa etmek pekâlâ mümkün olabilir, ama bunun ne anlamı var?” sorusuna kafa yoruyor. Lübnan’ın kayıp görüntülerini yeniden inşa etmek ve geri kazanmak için çok sayıda anonim ve kişisel belge, video, fotoğraf, gazete kupürü ve görgü tanıklarının raporlarını kullanan sanatçı, yeniden inşa edilmiş bir “gerçekliğin” ne kadar geçerli olabileceğini sorguluyor.

Bir Bulutla Yol Almak / Riding on a Cloud

Performans, 65’, Arapça; İngilizce ve Türkçe altyazılı

Yazan ve Yöneten: Rabih Mroué / Oyuncu: Yasser Mroué / Katkı Sunan: Sarmad Louis

/ Yönetmen Asistanı: Petra Serhal / İngilizce Çeviri: Ziad Nawfal / Ortak Yapım: Fonds Podiumkunsten, Prins Claus Fonds, Hivos & Stichting DOEN – (Hollanda)

Görseller… Biri kayboluyor, bir diğeri ortaya çıkıyor. Çoğu zaman, bir fotoğraf ile yanındaki bir başka fotoğraf arasındaki bağlantıyı anlayamıyor. Bunu anlatacak ve anıyı harekete geçirecek, onu iyi tanıyan birine ihtiyacı var, böylece fotoğraf artık kendisi olmaktan çıkıyor.

Kafanızdaki anılar, geçmişten hiçbir sahne içermeyen durağan fotoğraflara benzediğinde hafıza nasıl çalışır?

Yönetmen Rabih Mroué’nin tiyatro eseri, kişisel ve politik unsurların etkileyici bir bileşimi: ‘Bir Bulutla Yol Almak’ta kardeşi Yasser’i kendisine benzeyen bir karakteri canlandırmaya davet ediyor. Lübnan iç savaşında yaralanan ve konuşma yeteneğini kaybeden Yasser, sahnede anlattığı anılardan yola çıkarak videolar çekmeye başlar ve bunlar Lübnan’daki politik gelişmelerin sübjektif bir resmini oluşturur. ‘Bir Bulutla Yol Almak’  aynı zamanda biyografinin kırılgan yapısını da anlatır; bu yapı, politik gerçeklik, anılar, gerçekler ve kurgu arasında ortaya çıkar. Mroué için bu, her zaman sanatsal kişisel yansıma başlangıç noktasıdır ve ardından bunu tiyatro için uyarlar.

Bana Sigarayı Bıraktır / Make Me Stop Smoking

İncelenen fikirlerin sunumu

Rabih Mroué tarafından akademik olmayan bir konferans, 60’, Arapça; İngilizce ve Türkçe altyazılı

Yapımcı: Ashkal Alwan – Beyrut

Kayıp bir dünyayı yeniden inşa etmek pekâlâ mümkün olabilir, ama bunun ne anlamı var? 

Lübnanlı yazar ve yönetmen Rabih Mroué, bu görsel-işitsel konferans/performansta işte bu soru üzerine kafa yoruyor. Lübnan’ın kayıp manzarasını yeniden inşa etmek ve geri kazanmak için çok sayıda anonim ve kişisel belge, video, fotoğraf, gazete kupürü ve görgü tanıklarının raporlarını kullanan sanatçı, kayıtların doğruluğunu ve inandırıcılığını sorguluyor. Bunu yaparken de, dolambaçlı anlatımlardan oluşan bu karmaşık sistemi kullanıyor ve yeniden inşa edilmiş bir “gerçekliğin” ne kadar geçerli olabileceğini inceliyor.

Akram Zaatari tarafından sipariş edilmiştir, 2006.

“Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.”

Pınar Erol*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Otuz sene önce “Kim O”da vatandaşın yolunu kesen polis, (hadi Bilge Arat ve Cenk Telimen’i saymayalım) Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan’ı durdurduktan sonra “Geçen Gün” de Beykoz Kundura’da insanların yolunu kesmesin mi? Aynı polis, 1994’te Naz Erayda’nın Kerem Kurdoğlu’ndan yazmasını istediği parçadan çıkıp geldi ve yoldan geçenlere “nerelisin, ne iş yapıyorsun, nereden buldun bunları”gibi sorular sordu. Yani “Kim O”nun o pasajı, “Geçen Gün”ün metnini oluşturdu. Meğer Kerem Kurdoğlu, yıllardır bunu aklının, kalbinin bir köşesinde tutuyormuş. Bir buçuk sene önce Mihran Tomasyan, birlikte bir şey yapalım deyince de nihayet ete kemiğe bürünmesi için çalışmalar başlamış. On beş-yirmi dakikalık metin, daha da genişleyerek şimdiki halini almış. Her türlü hayale açık olan Çıplak Ayaklar Stüdyo’su, oyunun uygulayıcı yapımcılığını üstlenirken yine Mihran Tomasyan’ın önerisiyle Beykoz Kundura da ilk kez yapımcı olarak projedeki yerini almış. Böylece, aynı özenli ruhun bileşenleri, çoklu ifadeler yaratırken bize de seyirci olmanın sorumluluğunu hatırlatabildiler, ne güzel.

Geçen gün ben de insanın yaşadığı şehirle, şehirdeki diğer insanlarla, o insanların diğer (canlı-cansız) varlıklarla ilişkisinden, etkileşiminden, alışverişinden kesitler sunan performansı izledim. İzlediğim günden beri de zamanlı zamansız aklıma her gelişinde yüzüme yerleşen gülümsemeyi fark ettim. Hemen şimdi çarpıldığım şeyi söyleyeyim. Bir kere, tiyatronun tüm anlatım olanakları, el birliğiyle şehrin-insana, insanın-insana, insanın-şehre yaptıklarına aracı oluyorlar. Bunu da olabilecek en estetik biçimde yapıyorlar. Bir göstergebilim edasıyla toplaşıyor ve her biri kendi disiplini üzerinden metni oluşturuyorlar. Yani tiyatronun, metni desteklemesine alışkın olduğumuz tüm bu unsurları, deyim yerindeyse özerkliğini ilan ederek metni bu kez de kendi kodlarıyla baştan sona yazıyorlar. Buradan birbirinden kopuk, eklektik bir dil çıktığı anlaşılmasın. Aksine, birbirine böyle organik bağlanan, kaynaşan, yükselten, birbiriyle böyle güzel konuşan işlere sık rastlamıyoruz. Biz, “gündelik hayatın” hayhuyunun, sanatsal bir dile derli toplu tercümesini izliyoruz. İnsan, karşısına böyle kolektif bir yaratı çıkınca da doğrusu tadını çıkarmak istiyor. Bu tür yazılarda genellikle oyunun konusuna, özetine yer verilir ya, bu kez bunu bilindik yolla yapmak mümkün değil. Ne konusu klasik anlamda düğüm-serim-çözüm çizgisinde ilerliyor ne de türü net olarak söylenebiliyor. Bunun maksatlı bir yaklaşım olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yine de bu “acayip” işte, şehrin, insanı paranoyaklaştırdığı karşılaşmalar, teğet geçmeler, kaçmalar, kovalamacalar esnasında adamsendeci, duyarlı, ürkek, kaba, düşünceli, yardımsever, mahcup, suçluluk duyan, yargılayan, ayıplayan, dayılanan, sevgi dolan ve memnun olan kişileri etki-tepki merceğinden izliyoruz diyebilirim. Mücadele içinde geçen hayatımızda gülümseten an’ları fark edip derin derin içimize çekiyoruz. Şehri, -dolayısıyla insanı- algılama şekillerine çoğulcu bir bakış atıyoruz. İçimden buna disiplinlerin kardeşliği demek gelse de kısaca performans olarak anmaya karar veriyorum. Kelimelerin ve kişilerin yan yana gelişindeki rastlantıya bakarak bu performansa da en çok isim-şehir-hayvan oyununu yakıştırıyorum.

Oyuncuların sahneye gelmesini beklerken gözüm doğal olarak sahne tasarımında geziniyor. Zihni sinir bir projenin aksamları gibi görünen her bir obje, tam da performansın içeriği gibi birbiriyle ilintisi olmayan parçalardan bir bütün oluşturuyor. Bütünün içinde enstalasyon gibi duran bu objelerin, yan yana anlamlı bir dizge oluşturması beklenmiyor. Allah’tan Tophane Noise Band’in şehrin atıklarından oluşturdukları enstrümanlara aşinayım da birazdan bu tezgâhtan çıkacak şeyi az çok kestirebiliyorum.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Oyuncular ve müzisyenler sahneye adım atarken sanki bir çizgiden başka bir zemine/gerçekliğe geçiyorlar. Çoklu evrendeki olasılıklar gibiler. Ya da şehrin herhangi bir metrekaresine denk düşen bireyler gibi. Sonra adımları güçleniyor. Derken onlara bedenleri, sesleri, sözleri eşlik ediyor. Hareket söze, söz sese, ses gürültüye, gürültü duygulara karışırken harmoni yükseliyor. Ve şehrin rotasını arşınlayan işitsel-görsel senfoni başlıyor. Vokal, söz, devinim, tasarım el ele verip alışılmadık bir seyir keyfi başlatıyor. Sahnede var olan her öge, her devinim serbest çağrışımlara açık. Bu serbest çağrışımlar da imgeleri çoğaltıyor. Müzikle, görüntüyle, bedenlerle, sözle, düşünceyle, duyguyla nice insanlık halleri canlanıyor. Başlarda metnin içindeki hikâyeyi takip etmekte zorlanıyorum. Cümleler, iki oyuncunun kendilerine pay edilmiş sözcükleri sırayla söylemeleriyle kuruluyor. Tiyatrocuları tilt eden soruyu bu kez de ben sormak istiyorum. O kadar şeyi nasıl ezberliyorsunuz? Hele de peş peşe anlamlı bir cümle oluşturmayan sözcükler topluluğunu? Aşk olsun size! Tümevarım tavrı fark ediyorum. Demek ki parçalardan bütüne gidiyoruz. Bölüştürülmüş cümlelerin ardıl anlamlarını kovalamayı bırakınca rahatlıyorum. Ancak o zaman kelimelerdeki melodilerin tadını çıkarabiliyorum. Vurgusu değişen, bir anlamda bozulan, böylece müziği, anlamının önüne geçen kelimelerin önünü arkasını rahat bırakıyorum. Yap-bozun parçalarını bir araya getirme çabam boşunaymış; onlar yapı-bozumuymuş. Ve meğer bizim izlediğimiz fragmanmış. Olaylar şimdi açılacakmış. Bu tekrar edilen anlatımlar, her seferinde parantezine rutini, günlerin getirdiğini, olayların olasılığını alıyormuş. Aynı şeyi dinlediğimizi sanırken hikâye, eşlikçilerine göre farklılaşıyormuş, şimdi anlıyorum. Her gün, yeni bir günmüş! Ayrıca birbirini tamamlayan ve iç içe geçen konuşmalardan görüyorum ki an geliyor onlar da birbirini dinlemiyor. Birbiriyle konuşuyor gibi yapıyor ama her biri kendi hikâyesine odaklanıyor. Bunu bazen eko ile bazen kanon ile bazen koro ile bazen de susarak yapıyorlar. Seyirciyi kaybetmekten korkmayan uzun “es”leri ayrıca seviyorum. Bu anlarda sağladıkları sükûnetin tadını çıkarıyorum. Bir de söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz/söyleyemediklerimiz/içimizden söylediklerimize yoğunlaşıyorum.

Esme Madra ve Ozan Çelik, ben ne diyeyim size? İp üstünde yürüyen iki cambaz gibisiniz. Biriniz dengesini kaybetse, diğeri düşecek. Biriniz ezberini, kelimelerin sırasını unutsa, diğeri afallayacak. Biriniz bir an dalsa, diğerinin matematiği bozulacak. Biriniz vurguyu yanlış yapsa, diğerinin ritmi kayacak. O ne güzel duygudur öyle; kendisi kadar karşısındaki için de başarmayı istemek. Bu öyle bir partnerlik formu ki sadece kendinizden değil, karşınızdakinden de sorumlusunuz. Bu yüzden bence ikiniz de iki kişilik oyunculuk sergiliyorsunuz. Sizinki gibi senkron bir oyunculuk, kopmamacasına bir odaklanma olunca da partnerliğin şahikası yaşanıyor işte. Aman nolur düşmeyin!

Bu soyut ses uygulamasından Defne Gül ile Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap sorumlu. Tophane Noise Band’in gürültücü adamları Serkan Aka, Mihran Tomasyan, Selim Cizdan ve Ufuk Fakıoğlu şarkıları, devinimleri, öne çıkışları, arkada kalışlarıyla çok sempatikler. Şehrin rabarbası, gerilimi, koşturması, neşesi, rüzgârı, uyanışı kadar martı, vapur, telsiz, anahtar, kapı, itiş kakış, yumruk sesleri de onlardan soruluyor. Ama güzel olan, istenilen seslerin net ifadeler yerine çağrışımlı tınılarla verilmesi. İşte şimdi o damacananın, hortumun, pompanın, tavanın, dumbell’ın, direksiyonun, süpürgenin de hikmeti anlaşılıyor. Şehrin kustuğu o atıklar, gözümüzün önünde ses efektine enstrüman oluyor. Tüketimden yeni bir üretim doğuyor. Müzisyenler, o iki muzip şarkıyla yeri geliyor sinkaflı bir ayar veriyor, yeri geliyor medeni insanın tarifini yapıyorlar. Yeri geliyor Esme ve Ozan’a eşlik ederek şehrin kalabalığını oluşturuyor, yeri geliyor şehir planlayıcısı gibi onların yoluna taş döşüyorlar. Dekoru oradan oraya taşıyarak evler, basamaklar, sandalyeler, yollar, yokuşlar, engeller, altgeçitler, üstgeçitler hatta bana sorarsanız köprüler yaratıyorlar. Yani çok şey yapıyorlar.

İkilinin hareketleri çoğu zaman şehrin sertliğini, tekinsizliğini gövdelerken kimi zaman da insanın duyarlılığıyla duruluyor. İster aynı yöne ister zıt yöne gitsinler, şehir onları hizaya sokmasını biliyor. Onlar aynı zamanda bedenlerinin eğimleri, açıları, değişen ağırlık merkezleri üzerinden salınımlarıyla konuşuyorlar. Bazen geri geri adımlarla bizi geçmişe götürüyor; bazen birbirini onaylıyor; bazen de oluşturdukları simetriyle kendi gerçekliğini oluşturuyorlar. Ben size söyleyeyim, Maral Ceranoğlu ve Mihran Tomasyan burada bedenlerden şiir yazıyor.

Uzam-zaman-mekân birlikteliğinden oluşan bu performans, ışığıyla da derinlik sunuyor. Karşımızda isli sisli pis puslu bir şehir silueti var. Neredeyse sinematografik diyeceğim. Beykoz Kundura’nın dışardan sızan ışığı, gerçek kesite denk düşerken Utku Kara’nın marifetiyle zaman, mekân anlam kazanıyor. O, nereye bakmamızı isterse, dikkatimiz oraya kesiliyor. Işık, genellikle di’li geçmiş zamanın hâkim olduğu metindeki zaman kırılmalarını, an’dan an’a geçişleri sağlıyor. O an’ı çoğaltan farklı varyasyonlarla şehrin o bölgesinde yaşananlara ışık tutuyor. Tam burada, şimdiki zamanın hakkını ne çok yiyoruz diye hayıflanıyorum. Eş zamanlı yaşanan olaylar farklı hatırlanıyor, dolayısıyla farklı anlatılıyor. Tuhaf değil mi? Güvenli alan, kimimiz için tenhalar demekse kimimiz için kalabalıklar oluyor. Ve birbirinden habersiz aynı yere bakanların gördükleri her zaman aynı anlama gelmiyor. Gerçek şu ki; her bir insanın eylemi/eylemsizliği bu şehrin hikâyesine yön veriyor.

Maya Kurdoğlu, tasarladığı afişlerle oyunun ruhunu katmanlaştırıyor. Denizi, iskeleyi, atıkları, yolları, medeniyetin harcını, insanın olaylar karşısındaki şaşkınlığını ne güzel resmediyor. Bu şehirde yaşayanların görmediği şeyleri görünür kılıyor. Veeee performansın yönetmenleri, Naz Erayda-Kerem Kurdoğlu… Kendileriyle, bu şehre kattıklarıyla gurur duysunlar. Sadece matematiği zor bir rejinin üstesinden gelmiyorlar; bunu sahneleme disiplinlerinden hiçbirini kayırmayan bir yaklaşımla gerçekleştiriyorlar. İllüzyonu kovuyor, gerçek kesitlere yer açıyor, küçük şeylerden çarpıcı bir dünya yaratıyorlar. Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.

*Bu yazı, 28 Şubat tarihinde Mimesis Dergi‘de yayınlanmıştır.

“‘Geçen Gün’ün alameti farikası ve onu diğer dönemdaşlarından ayıran şey yenilikçi ve yatay hiyerarşik bir tiyatro idrakini hatırlatması oluyor.”

Gülin Dede Üstün*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Var olan tiyatro anlayışının dışında yeni form arayışlarıyla tanıdığımız Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu 1991 yılında kurdukları, Türkiye tiyatro tarihinin önemli yapı taşlarından Kumpanya’dan bu yana bireysel projelerinin dışında ilk defa Geçen Gün ile çıktılar karşımıza.  Kurulduğu günden bu yana yurt içi ve dışından alternatif performans arayışlarını sahnesinde ağırlayan Beykoz Kundura Sahne’de izleme şansı bulduğumuz oyun aynı zamanda Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk tiyatro oyunu. Bu yan yana gelmeye vesile olan ve projenin hem uygulayıcı yapımcısı hem de bir nevi oyuncusu olan Tophane Noise Band’in de varlığıyla son dönemlerin en nevi şahsına münhasır birlikteliklerinden birini izleme şansını buluyoruz.

Şehirde iki kişi; sahnede Esme Madra ve Ozan Çelik, gündelik hayatın içinde yaşadıkları kesişmelere yükledikleri anlamları, endişelerini mekân, zaman, beden, ses, malzeme ve ışıkla harmanlayarak bize bir karşılaşmalar silsilesi anlatıyor.  Bu karşılaşmalar silsilesini izlemek için şehrin uzak bir noktasına gitmek durumunda olmak vardığınızda izlediğiniz oyunun sunduğu anlama daha yakın bir yerden bakmanıza da vesile oluyor. Benim Geçen Gün’e misafirliğim de soğuk bir kış gününde bindiğim takside, Üsküdar’dan kalkan boğaz vapurunda, yolu uzatarak bilmediğim Beykoz sokaklarında yürüyerek geçen, uzun ama keyifli bir yolculuğun sonunda başladı. Belki de bu yüzden Geçen Gün’ü izlerken, yol boyu yaşadığım kesişmeler ve konuşmaların da etkisiyle aklıma Walter Benjamin’in flanör (aylak kent gezgini) kavramı düşüverdi. Gülin olarak sokakla nasıl bir ilişki kurduğumu hatırlamaya çalıştım önce. Aylaklık, oyunla ve kendimle hem çok yakın hem çok uzağa düşen yanlarıyla kafamın içinde dolandı durdu. Kentin bohem, düşünür gezginlerinin dolaştığı sokaklarda Erayda ve Kurdoğlu’nun karakterleri biraz daha huzursuz ve hatta huysuz bir şekilde dolanıyorlardı. Bense yaşanabilecek tüm huzursuzluklara rağmen sokakla daha barışçıl bir ilişki kurmaya çabalıyordum. Ama diğer yandan bir flanör gibi izlemek yerine oyunun karakterleri gibi ben de yolumun kesiştikleriyle, şahit olduklarımla daha fazla ilişkiye giriyordum. Ancak onlar her ilişkilendiklerinde daha çok tehdit altında hissediyorlardı kendilerini. Sonunda umutlu bir gülümsemeyi arasa da, Kurdoğlu’nun kaleme aldığı metin, şehirle “Ne kadar büyüleyici bir şehir bu. Her köşesi başka güzel. Her köşesinde başka bir sürpriz” sözleriyle barışmaya çalışsa da hapsolduğu tekinsizliği de şu sözlerle ele veriyordu; “Geçen gün yolda yürüyordum. İçimde böööyle kötü bir his. Uğursuz bi şey. Her an kötü bir şey olacakmış gibi. Sanki sokak her zamankinden daha karanlık.”

Çizim: Gülin Dede Tekin

Hikâyeye yayılan bu “enerji dolu!” huzursuzluk klasik tiyatro izleyicisini anlatım biçimiyle de vuracak şüphesiz. Karşımıza çıkmasına alıştığımız aktarım araçlarının birçoğu bu oyunda yok. Dili yapı bozuma uğratarak başlayan ve tekrarlara dayanan bir anlatım bekliyor seyirciyi. Bu yer yer oyundan kopmalara sebebiyet verse de Erayda ve Kurdoğlu’nun rejisi çok hızlı şekilde yeniden yakalamayı biliyor. Seyirciyi hem dahil ediyor hem de ona mesafelenme şansı bırakıyor bir nevi. Oyuncuların kelime kelime parçalayarak bölüştükleri hikayeleri, dakikalar ilerledikçe cümlelere ve paragraflara dönüşüyor. Sözleri arttıkça yollarına eşlik eden malzemeler artıyor. Basit ve iddiasız metin tercihi müzik ve dansla birleşirken yoluna merdivenler, yokuşlar, tuğlalar çıkıyor. Kâh metnin müziğe dönüştüğü anlarda şarkıcı, kâh performanslarıyla dansçı, kâh arkada atık malzemelerle şehrin ambiyansını yaratan uygulayıcı, kâh oyuncuların yollarına engeller koyan şehir kurucu olarak görebildiğimiz Tophane Noise Band ekibi bir nevi üçüncü oyuncu olarak hikâyeye dahil oluyor ve metin onların varlığıyla zenginleşiyor.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Ruhuna Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın işlerinden aşina olsak da Tophane Noise Band’in ilk tınılarıyla bir kulak tiyatrosu deneyimi olan Podacto projesinde karşılaşmıştım. Mihran Tomasyan’ın ÇAK atölyesinin deposunda biriktirdiği atık malzemelerden çıkardıkları seslerle oluşturdukları müzik performanslarına hayat veren grubun Erayda ve Kurdoğlu birlikteliği belli ki bir laboratuvar çalışmasına dönüşmüş. Sokakta özgün ve biricik olanı arayan flanörler gibi güçlerini birleştirdikleri diğer tüm disiplinlerle birlikte o özgünlüğün ve biricik olanın peşine düşmüşler. Tomasyan ile Maral Ceranoğlu’nun yaptığı hareket düzeni adeta bir reji gibi oyunun omurgasını oluşturuyor. Madra ve Çelik sahnede yüksek efora dayanan tempolarını hiç düşürmemelerinin yanında parçalı metne hâkimiyetleriyle ışıldıyorlar. Kimsenin önüne geçmediği yek vücut bir ikili olmuşlar sahnede.  Utku Kara’nın ışık tasarımı senenin en göz alışı ışık tasarımlarından biri olarak hala hafızamda. Tophane Noise Band’in, malzemelerden oluşan ve sahne boyutlarını da belirleyen uzun tezgâhı Beykoz Kundura’nın restore edilmiş mimarisi ışık tasarımıyla yan yana gelince görkemli bir gösteriye dönüşüyor. Bu noktada Geçen Gün’ün alameti farikası ve onu diğer dönemdaşlarından ayıran şey yenilikçi ve yatay hiyerarşik bir tiyatro idrakini hatırlatması oluyor sanırım.

Oyunun tanıtım metni şu soruları soruyor kendine ve bize belki de;

“Bu bir konser mi?  / Dans gösterisi mi? / Oyun mu? / Performans mı? / Hiçbiri. / Hepsi.”

Hangisini çıkarsanız diğeri için evet cevabı verebileceğiniz bir deneyim Geçen Gün. Hem hepsi hem de hiçbiri gerçekten de.

*Bu yazı, Argontolar.com‘da yayınlanmıştır. (9 Şubat 2024)