Sessiz Film

Mustafa Kemal Emirel ve Yiğit Özatalay’dan oluşan başarılı piyano-davul ikilisi Yürüyen Merdiven, sessiz filme canlı eşlik için bir kez daha Kundura Sinema’da sahne alıyor. Almanya Caz Ödülü sahibi saksofon sanatçısı ve besteci Angelika Niescier’in de ikiliye eşlik edeceği gecede, Asta Nielsen’ın başrolünde olduğu “Uçurum” (The Abyss, 1910) ve “Kara Rüya” (The Black Dream, 1911) adlı filmler perdede seyirciyle buluşacak. Gösterim öncesi Yürüyen Merdiven‘e son çalışmalarını ve o gece bizi neler beklediğini sorduk.

Bu yıl 20. yılınızı kutluyorsunuz. Nasıl hissediyorsunuz?

Çok güzel bir his elbette. 20 yıl boyunca 3 stüdyo albümü 1 canlı performans albümü yayınladık, bu bizim için büyük bir iş. Yükselen değerler ve “trend”lerden çok içimizdeki müziği ve sağduyumuzu dinledik, ayrıca içinde yaşadığımız topluma dair de bir şeyler söylemeye çalıştık… Arkamıza baktığımızda epey yol katettiğimizi düşünsek de hâlâ yapacağımız çok iş, deneyeceğimiz çok yol var.

Özellikle son yıllardaki çalışmalarınızda şiiri ve filmi, ve hatta tiyatroyu müziğe dahil ettiğiniz projelerde görüyoruz sizi. Bu yolculuğunu nasıl tarif edersiniz? Yürüyen Merdiven’i disiplinler arası projelerde görmeye devam edecek miyiz?

Müziğimizi diğer sanat dallarıyla ve hayatla bütünleştirmek bizi mutlu ediyor. Hanns Eisler’in dediği gibi, sadece müzikten anlayan, müziği de anlayamaz. Müziğin saf müzik olarak soyutluğu elbette çok güçlü, ancak söz veya görüntü gibi somut öğelerle birleştiğinde anlatım gücü kat kat artıyor. Dolayısıyla evet, disiplinler arası projelerde yer almaya devam etmek istiyoruz.

Taşra Üçlemesi Caz Projesi

Geçen yıl, Nuri Bilge Ceylan’ın “Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı” ve “Uzak” filmlerinden sahnelere özel hazırladığınız Taşra Üçlemesi Caz Projesi ile karşımızdaydınız. Nasıl doğdu bu fikir ve gelişti, anlatır mısınız?

Bu fikir dostumuz Devrim Dikkaya’dan çıktı ve onun çabalarıyla hayata geçti diyebiliriz. 4 yıllık bir besteleme sürecine girdik ve özenli çalıştık. Ceylan’ın estetiğiyle uyumlu, bütünlüklü bir iş çıkardığımızı düşünüyoruz. Şu ana kadar ürettiğimiz işler içinde en keyif aldığımız çalışmalardan biri oldu.

Asta Nielsen “The Abyss” (Uçurum) filminde, 1910.

Sessiz filme müzik yapmak hangi pratikleri sağlıyor size peki ve sahnenize nasıl bir etkisi oluyor?

Müziği drama ile birleştirmek çok geniş bir konu ve farklı yaklaşımlara açık. Dolayısıyla her yeni film ufkumuzu genişletiyor, bu konudaki deneyimimizi artırıyor. Beykoz Kundura’da bundan 5 yıl önce yaptığımız sessiz film üzerine canlı performansı hatırladığımızda o zamandan bu yana çok yol katettiğimizi ve geliştiğimizi görebiliyoruz.

İklimler, 2006.

“Müziğini biz yapmak isterdik” dediğiniz filmi sorsak?

Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’i güzel bir seçenek olabilir…

18 Şubat akşamı izleyiciyi nasıl bir gösteri bekliyor?

Zengin bir içerik hazırlamaya çalıştık. Elbette bu içeriğin sunumu da büyük dikkat gerektiriyor kendi açımızdan. Başta bu filmleri nasıl müziklendireceğimiz konusunda kaygılı olduğumuzu itiraf etmeliyiz, ama üzerine çalıştıkça birçok yöntem ve ayrıntılandırma imkânı bulduk. Umarız bizim kadar izleyici de keyif alır.

Angelika Niescier

Ve o gece size saksofon sanatçısı ve besteci Angelika Niescier de eşlik ediyor. Sanatçıyla yolunuz nasıl kesişti ve bu proje için nasıl bir çalışma izlediniz?

Angelika ile yolumuz ortak bir arkadaşımız (Eloisa Manera) sayesinde kesişti. Onun 2017’de Tarabya Kültür Akademisi’nde çalışmalar yapmaya geldiği sırada ve de ertesi yıl birlikte birkaç konser yaptık ve çok iyi bir iletişim yakaladık. Öyle ki, son iki albümümüzde Angelika’yla kaydettiğimiz birer parça bulunuyor. Bu proje için Kemal ve ben müzikal malzemenin seçimi ve dramayla birleştirilmesi konusunda uzun bir ön çalışma yaptık ve Angelika’yla tıpkı bir yönetmen-oyuncu ilişkisinde olduğu gibi, net yönergeler üzerinden iletişim kurduk.

18 Şubat Pazar akşamı Kundura Sinema‘da gerçekleşecek gösteri için detaylar ve bilet için buradaki linke tıklayınız.

Kundura Sinema’nın “Sinemanın İlk Divası” seçkisinde filmleriyle konuk olacak Asta Nielsen’ın 1921’deki benzersiz “Hamlet” performansından yola çıkarak sinema ve sahnede Hamlet’i canlandırmış kadın oyuncuları hatırlayalım istedik.

KUNDURA BLOG | MERCEK

Shakespeare’in evrensel karakteri Hamlet’in cinsiyeti aslında yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. Onun “erkeksi olmayan kederi”, Viktorya dönemi eleştirmenleri tarafından “efemine” bulunuyordu.

18. yüzyılın ortalarından başlayarak kadınların Hamlet’i canlandırması başlangıçta şok etkisi yaratsa da, bu “sıradışı yorum”lar bir süre sonra kabul edildi. Bir eleştirmenin de dediği gibi, “Kadınlar, erkekliği taklit etmek yerine karakteri evrenselleştiriyorlar” ve böylece belki de, cinsiyetlerden bağımsız olarak ‘herkesin bir Hamlet olduğunu’ hatırlatıyorlar.

İLK ‘KADIN HAMLET’: FANNY FURNIVAL

Tarihte Hamlet’i oynayan ilk kadın oyuncu Fanny Furnival’dı ve 1741’de Dublin’deki Smock Alley Tiyatrosu’nda Hamlet’i canlandırdı.

Sarah Siddons. ©Yale Center for British Art/Paul Mellon Collection

1775’te henüz 17 yaşında olan Sarah Siddons, taşra yapımlarında dokuz kez Hamlet’i oynadı ve tüm kariyeri boyunca bu rolü oynamayı sürdürdü.

1820’de Sarah Bartley, New York’taki Park Theatre yapımı oyunla Amerika’daki ilk kadın Hamlet oldu.

19. yüzyılın ünlü Hamlet’lerinden biri, 1851’de New York ve Boston’da Hamlet’i oynayan Charlotte Cushman’dı.

Nellie Holbrook, 1880’de New York’ta Hamlet’i canlandırdığında, The New York Mirror ağır eleştirilerde bulundu ve “Bu kesinlikle erkeksi bir karakter ve ne kadar yetenekli bir oyuncu olursa olsun, bir kadın tarafından oynanması uygun değildir” dedi.

Sarah Bernhardt Hamlet rolünde, 1899. Bernhardt oyunda, Fransız yazar Victor Hugo tarafından verilen kafatasını kullanmıştı.

Fransız oyuncu ve tiyatro yönetmeni Sarah Bernhardt, Hamlet’i 1899’da Paris ve Londra’da sahnede canlandırdır. 1900’de rol aldığı “Le duel d’Hamlet” adlı 2 dakikalık kısa filmde Hamlet’i oynayan Bernhardt, Danimarka prensini beyazperdede canlandıran ilk kadın oyuncu oldu.

“Hamlet’i bir erkek olarak göremiyorum. Söylediği şeyler, dürtüleri, eylemleri bana tamamen onun bir kadın olduğunu gösteriyor.” Sarah Bernhardt

‘DİE ASTA’DAN HAMLET

Asta Nielsen, “Hamlet” filminde, 1921.

Sinemanın ilk uluslararası yıldız oyuncusu Danimarkalı Asta Nielsen de beyazperdede Hamlet’i canlandırdı. 1921 Almanya yapımı “Hamlet” adlı sessiz film gişede büyük bir hasılat da yaptı ve eleştirmenlerden övgü topladı.

TÜRKİYE’NİN ‘KADIN HAMLET’LERİ

Türkiye’de ise, 1962-1965 yılları arasında Ayla Algan, tiyatro sahnelerinde Hamlet’e hayat verdi. 1976’da Metin Erksan’ın yönettiği “İntikam Meleği / Kadın Hamlet” adlı filmde Fatma Girik, Hamlet’i canlandırdı.

70’LERDEN 90’LARA

Frances de la Tour, 1979’da Half Moon Tiyatrosu’nda. ©Donald Cooper / Alamy

Frances de la Tour, 1979’da Londra’daki Half Moon Tiyatrosu yapımı oyunda Hamlet’i canlandırdı. Ünlü İngiliz oyuncu Michael Billington, bu performansı “Sert, yıkıcı, erkeksi ve ateşli” sözleriyle yorumladı.

Diane Venora, 1982. ©Martha Swope

1982’de Amerikalı oyuncu Diane Venora, Joseph Papp’ın yönettiği “Hamlet”te “kıvrak, karanlık, atletik ve agresif bir Hamlet” portresi çizdi.

Ruth Mitchell, 1992. ©E Hamilton West/The Guardian

Broadway’in ünlü oyuncu ve yönetmenlerinden Ruth Mitchell, 1992’de Croydon’daki Warehouse Tiyatrosu’nda sahnelenen ve tüm oyuncuları kadınlardan oluşan “The Roaring Girls Hamlet” oyununda Hamlet’i canlandırdı.

2000’LER VE 2010’LAR

Angela Winkler, Edinburgh Uluslararası Festivali’nde, 2000. ©Murdo Macleod

Alman oyuncu Angela Winkler, 2000 yılında Edinburgh Festivali’nde Hamlet’i oynadı. The Guardian yazarı Michael Billington bu performansı “Yüzeysel bir erkekliği benimsemiyor; bunun yerine Hamlet’in duygularını kendi kişiliğine çekiyor” sözleriyle övmüş, “Kadınların Shakespeare’in sorunlu kahramanındaki duygusal derinlikleri iletmek için daha donanımlı olduğunu” söylemişti.

Abke Haring, 2014. ©Jan Versweyveld

2014’te Hollandalı aktris Abke Haring, Avrupa’nın en önemli tiyatro yönetmenlerinden Guy Cassiers’in oyunu “Hamlet Hamlet’e Karşı”da Danimarka prensini oynadı.

Maxine Peake, 2014. ©Jonathan Keenan

İngiliz oyuncu Maxine Peake, 2014’te Manchester’daki Royal Exchange tiyatrosunda Hamlet rolüyle övgü dolu eleştiriler aldı. Eleştirmen Susannah Clapp, “O, neredeyse cinsellik öncesi, havalı ve genç kız havası olmadan süzülen, striptizci bir prens,” diye yazmıştı.

Michelle Terry ve Catrin Aaron, ‘Hamlet’te, 2018. ©Tristram Kenton/The Guardian

Olivier Ödüllü İngiliz aktris Michelle Terry, 2018’de sanat yönetmenliğini de yaptığı Shakespeare’s Globe’da Hamlet’i canlandırdı.

Ruth Negga & Owen Roe, 2018. ©Ros Kavanagh

2018’de Dublin Tiyatro Festivali’nde Yaël Farber’in yönettiği oyunda, Hamlet’i Oscar adayı Amerikalı aktris Ruth Negga oynadı.

Tessa Parr, 2019. ©David Lindsay

İngiliz oyuncu Tessa Parr, 2019’da Leeds Playhouse Tiyatrosu’nda Hamlet’i oynadı. Hamlet’in tamamen kadın olmasına izin verildiği bu uyarlama, eleştirmenlerden çok da iyi yorumlar toplamadı.

ŞİMDİLİK SON ‘KADIN HAMLET’

Cush Jumbo, 2020. © Helen Murray

Şimdilik sahnede Hamlet’i en son canlandıran kadın oyuncu Cush Jumbo oldu. “The Good Wife” dizisiyle de tanınan aktris, 2020’de Londra’daki Young Vic Tiyatrosu’nun Hamlet uyarlamasında başroldeydi.

“Onun büyüsünü, filmlerini göstermekten başka nasıl tarif edebiliriz ki?” Mart ayı boyunca Pazar günleri Kundura Sinema’da canlı müzik eşliğinde gösterilecek Sinemanın Öncü Kadınları: Asta Nielsen programının küratörü Pamela Hutchinson’ın kaleminden ‘Die Asta’!

KUNDURA BLOG | KÜRATÖRÜN KALEMİNDEN

Bir Alman kartpostalında Asta Nielsen.

Asta Nielsen sessiz film döneminin en büyük kadın oyuncusuydu.  Aynı zamanda çok ünlüydü, ilk uluslararası film yıldızlarından biriydi. Dünyanın dört bir yanından seyirciler; ihtişamın, modernliğin, sofistikeliğin, kültürün ve çift cinsiyetliliğin simgesi olarak ona tapıyorlardı. Ama tüm bunları söylemesi kolay. Asta Nielsen’in çığır açan sinema kariyerini tüm görkemiyle anlayabilmek için, onu bir yıldıza dönüştüren filmleri ve içlerinde en muhteşemleri de olan, bir yıldıza dönüştüğü için yaptığı filmleri görmemiz gerekir.

Nielsen 1881’de Kopenhag’ın işçi sınıfı semtlerinden birinde doğdu. Ciddi anlamda yoksulluk içinde büyüse de hayali hep sahneye çıkmaktı. Çok genç yaşta bir çocuğu oldu ama çocuğun babasıyla evlenmeyi reddetti – o, başka bir hayatın hayalini kuruyordu çünkü. Bir oyuncu olarak iş buldu, ancak Danimarka sahnesi ona arzuladığı fırsatları sunamıyordu; bir arkadaşı ona, yeteneklerinin boyutunu tiyatro dünyasına göstermesi adına birlikte bir film çekmeyi önerdiğinde de, Nielsen bu fırsatı hiç düşünmeden kabul etti.

Bahsi geçen arkadaş, 29 yaşındayken Nielsen’ın sinema kariyerini başlatan ilk kışkırtıcı filmi The Abyss/Uçurum‘un (1910) yazarı ve yönetmeni Urban Gad‘dı. Gad, Nielsen’ın sinema alanında ortak iş ürettiği ilk kişiydi ve bir süre sonra ilk eşi de oldu. Nielsen’in sinemaya ilk adımında yarattığı etkiyi anlamak için, şehvetiyle kötü nam salmış Gaucho dansını sergilediği, duygusal açıdan yoğun bu filmi de gösteriyoruz. El değmemiş bir yeteneğe sahip olan Nielsen’ın hiçbir utangaçlığı yoktu ve kameranın bakışıyla anında bağlantı kurabiliyordu. Filmde kimsenin yapamadığı şekilde duyguları harekete geçirebiliyordu. Filmin yürek parçalayıcı finali çekildiği sırada stüdyodan geçen Danimarkalı yönetmen Benjamin Christensen’ın Asta’nın performansını izlemek için duraksadığı ve “İşte şimdi sinema sanata dönüştü” dediği söylenir. Nielsen, modern kamera önü oyunculuğunu icat etme misyonuna, vazifesi ve arzusu arasında sıkışıp kalmış bir kadının bu ham tasviriyle başladı.

Fotoğraf: DFI Det Danske Filminstitut

Uçurum’u, Danimarka’da çektiği ilk filmlerinden bir diğeri olan ve Nielsen’ın büyüleyici bir performans stilini, herkesten farklı ve cazibeli bir estetik anlayışını ve melodram türündeki hâkimiyetini nasıl bu kadar çabuk geliştirdiğini ortaya koyan The Black Dream / Kara Rüya (1911) melodramı ile birleştiriyoruz. Bu filmde biri genç ve yakışıklı, bir diğeri yaşlı, zengin ve son derece kıskanç olan iki talibin kur yaptığı bir sirk sanatçısını oynuyor. Asta’nın karakteri, gerçekten sevdiği adamı kurtarmak için her yola başvuruyor.

Fotoğraf: Friedrich-Wilhelm-Murnau-Stiftung

Nielsen’in yaramaz bir yanı da vardı; bunu anlatabilmek için de, filmlerinin pek çoğunu çektiği Almanya’ya taşındıktan sonra yaptığı, ezber bozuculuğuna rağmen çok popüler de olan cross-dressing komedilerinden birkaçını da gösteriyoruz. Zapata’s Gang / Zapata’nın Çetesi’nde (1913/14), bu sefer İtalya’da gerçek mekânlarda çekimleri olan bir oyuncuyu canlandırıyor. Birtakım haydutlar oyuncuların kostümlerini çalınca, Asta doğaçlama yapmak zorunda kalır ve öyle ikna edici bir hırsız kral olur ki, bir kadın hayranı bile olur.

Fotoğraf: DFI Det Danske Filminstitut

The ABC of Love / Aşkın Alfabesi’nde (1916), sevgilisinin erkeksi olmamasından yakınan ve ona centilmen bir sevgilinin nasıl davranması gerektiğini göstermek için son derece şık bir frak giyerek erkek kılığına giren ve bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalan genç bir kadını canlandırıyor. Weimar sinemasında birçok kadın oyuncu karşı cinsten karakterleri canlandırmış olsa da, Nielsen muzip enerjisi ve ince, çarpıcı fiziği ile en başarılı olanlardan biriydi.

Fotoğraf: DFF Deutsches Filminstitut & Filmmuseum e.V.

Nielsen’in oğlan çocuklarını hatırlatan halinin en dramatik ifadesi, Hamlet‘in (1921) gösterişli, uzun metrajlı bir uyarlaması olan başyapıtında kendini gösterir. Bu filmin, orijinal metnin dışına çıktığı en büyük durum, diyalog olmadan Shakespeare oynamak değildi. Nielsen tahta çıkma sırasını korumak için hayatı boyunca asıl cinsiyet kimliğini gizleyen, Danimarka prensi taklidi yapan bir prensesi canlandırıyor. Bu versiyonda, Hamlet’in Danimarka sarayında kendini yalnız hissetmek için özel bir nedeni vardır ve bilhassa Ophelia ve Horatio ile olan ilişkileri, sakladığı bu sır yüzünden karmaşık bir haldedir. 

Bu filmden sonra Nielsen’in muhteşem performansına asla aynı gözle bakamayız. Genç bir (kadın) varis rolünde siyah taytı ve peleriniyle ikonik bir görüntü çizer. Close-Up dergisi’nin ifadesiyle de, ”siyah saplı, beyaz bir çarkıfelek”tir. Nielsen sanki bu rolü oynamak için yaratılmıştır. Trajedilere yaraşır düzeyde etkileyici bir yas tasviri sunarken oyunun manik sahnelerinde ise komediye olan yatkınlığından güç alır.

Fotoğraf: Eye Filmmuseum

Programı, Alman seyircilerin 1920’lerde “Die Asta” olarak benimsediği bu kadının çok özel iki filmiyle sonlandırıyoruz. 1913 yapımı uzun metrajı The Film Primadonna / Filmlerin Primadonnası’ndan geriye kalmış parçada, Nielsen’ı kendinin kurgusal bir versiyonunu oynarken izliyoruz: büyük bir yıldız, yapımcı ve aşık.

Fotoğraf: DFI Det Danske Filminstitut

1922 tarihli ve en iyi işlerinden biri olmasına rağmen gösterimi çok az yapılmış The Decline / Düşüş’te ise, Nielsen, kendini aşk için mahveden büyük ve ihtişamlı bir yıldız rolünde karşımıza çıkıyor. Nielsen ilerleyen yıllarda, ilk dönemlerindeki ihtişamı reddetti ve beyazperdede pahalı kostümler ve ağır makyajın ardına saklanmayan, gerçek yaşında, kırılgan bir kadın olarak boy gösterdi. Düşüş’ün trajik dönüm noktası gibi birçok sahnede, onu yıldızlığa taşıyan sınırsız ve su götürmez yeteneğini bizlere yeniden hatırlattı. Bu filmde hem film yıldızı ve oyuncu, hem de aşık ve trajedilerin kadını rollerine giriyor ve kendi hayatının onu fakirlikten zenginliğe taşıyan imkânsız gidişatını tersine çeviriyor. Kariyerindeki en güçlü performanslarından biri kesinlikle!

Asta Nielsen, 1966. Fotoğraf: Tage Nielsen-Scanpix

‘Die Asta’nın büyüsünü, onun filmlerini göstermekten başka nasıl tarif edebiliriz ki? Yalnızca kelimelerle olacak iş değil. Macar eleştirmen Béla Belász’a göre, Nielsen’ın filmlerdeki performansı başlı başına yeni bir dil üretiyordu: “Sinematografideki gelişmeler ilk jest sözlüğümüzü bir araya getirmemize olanak sağladığında, Asta Nielsen’in jest konusundaki kelime haznesinin boyutlarını tartabilecek konumda olabileceğiz”. 

‘Asta Nielsen’ın Alfabesi’ni öğrenmek için bize katılın.

Pamela Hutchinson: İngiltere’nin güney kıyısında yaşayan bağımsız eleştirmen, küratör ve film tarihçisidir. Sight and Sound, Criterion, Indicator, The Guardian ve Empire gibi yayınlara yazıyor ve düzenli olarak BBC Radyo’ya yorumlarıyla katılıyor. “Pandora’s Box” ve yakında yayımlanacak “BFI Film Classics on The Red Shoes” kitaplarını yazmış, çoğu sessiz film üzerine hazırlanmış birçok derlemede denemeleri yayımlanmıştır. BFI Southbank için “Marlene Dietrich: Falling in Love Again” ve “In the Eyes of a Silent Star: The Films of Asta Nielsen” film programlarının küratörlüğünü yapmış; Christina Newland ile birlikte, ülke çapında gösterilen “Pre-Code Hollywood: Rules are Made to be Broken” adlı tur programını hazırlamıştır. Halen Sight and Sound’un Haftalık Film Bülteni’nin editörlüğünü yapmakta ve sessiz sinemaya dair geniş bir külliyat sunan web sitesi SilentLondon.co.uk‘a devam etmektedir.

Sinemanın ilk uluslararası yıldızı ve slapstick komedinin unutulmaz Fransız aktörü Max Linder’ın son filmi de olan “Sirkin Kralı” (King of the Circus, 1924), kapsamlı restore kopyasıyla Bir Yaz Gecesi Festivali’nde. Islandman’in canlı performansı eşliğinde gösterilecek film, Charlie Chaplin’in dört yıl sonra çekeceği komedi klasiği “The Circus”un da öncülü sayılıyor.

KUNDURA BLOG | ÇEVİRİ
Max Linder – King of the Circus, 1924

Pamela Hutchinsonsilentfilm.org*

Max Linder, intiharından önce tamamladığı “Sirkin Kralı”nda (King of the Circus), çocukluk hayalini gerçekleştiriyor. Çok küçük yaşlarından beri, ailesinin işini devralarak bağcılık yapması bekleniyordu ondan. Yıllar sonra, “Benim için hiçbir şey, üzüm bağlarıyla dolu bir hayat fikrinden daha üzücü olamazdı” diye yazacaktı. Onun hayâl gücünü harekete geçiren şey, performansın heyecanıydı. Şehre nadiren uğrayan büyük çadırlı sirklere ve gezici tiyatro topluluklarına bayılıyordu. Özellikle yıllık festivaldeki korkunç Grand Guignol gösterilerini çok seviyordu. Ve sonunda Linder, 40 yaşında ve Avusturya’daki bir film stüdyosunda, evden kaçıp bir sirke katılma fırsatını yakaladı.

“Sirkin Kralı”nın çekimleri Aralık 1923’te Avusturya’nın başkenti Viyana’daki Vita-Film stüdyolarında başladı. Filmde Linder, trapez sanatçısına aşık bir genç aristokratı canlandırıyor, ancak onunla evlenme şansını elde edebilmek için sirk becerilerinde ustalaşması gerekiyor. Kalabalıkları kahramanca bir gösteriyle etkileyebilmek için karmaşık bir hile planlar, ancak son dakikada durumlar gerçekten bunu yapmasını gerektirir.

Charlie Chaplin ve Max Linder birlikte, 1910’lar (Fotoğraf: Gamma-Keystone via Getty Images)

Bu noktada Charlie Chaplin’in daha sonra çekeceği filmi “The Circus” (1928) ile karşılaştırmalar kaçınılmazdır – Linder’ın sarhoş kontunu Little Tramp ile değiştirin, hikâyelerde birçok ortak nokta olduğunu göreceksiniz. Ancak, filmler ton ve eylem açısından birbirinden çok farklıdır. Bu iki büyük çadır filmi arasında karşılaştırma yapılması gereken nokta, sahne arkası çekişmeler ve çekim sürecinde yaşanan gecikmelerdi. Chaplin’in filmi, oldukça karmaşık ve kamuoyunda tartışılan bir boşanmaya odaklanırken, Linder’ın sıkıntıları daha karanlık bir kaderin habercisiydi.

Max Linder ve Hélène “Ninette” Peters, 1923

Linder, yaz aylarında Hélène “Ninette” Peters ile evlendi ve çift çekim için Viyana’ya gelmeden önce Ninette hamileydi. Bu haber, Linder’ın kıskançlık nöbetlerini yatıştırmış gibi görünse de, ilişkileri de stüdyoda işler de yolunda gitmiyordu. Ocak 1924’ün sonlarına doğru bir yerel gazete, filmin henüz tek bir sahnesinin bile çekilmediğini yazdı ve gecikmelerin nedeninin Linder’ın kaldığı daireyi beğenmemesi ve beklediğinden bir derece soğuk olan stüdyoda çalışmayı reddetmesi olduğunu yazdı -ki bu, bir önceki yıl yaşadığı kazadan kaynaklanan bir zorunluluk da olabilirdi. Bir başka somut gerekçe de, asıl yönetmenin kalp krizi geçirerek Paris’e dönmesi ve yerine Édouard-Émile Violet’in getirilmesiydi. Ayrıca, başrol oyuncusu Vilma Bánky’nin kollarının spazm geçirene kadar birden çok tekrar için zorlandığını anlatan bir rapor da vardı. Söz konusu muhabir, Linder’ın filmi geciktirmek için “hile”ye başvurduğu yorumunu geri almak zorunda kalacaktı, ancak yaklaşan daha ciddi sorunlar vardı.

23 Şubat 1924’te basın, Max ve Ninette’nin aşırı barbitürat alarak intihar girişiminde bulunduklarını yazdı. Her iki taraf da tedavi için yerel bir sanatoryuma götürülerek hayatta kalabilmişlerdi ve polis, olayın rapor edilmesine gerek bile duymadı. Yirmi ay sonra çift, benzer şekilde intihara kalkıştı ve bebek yaştaki kızları Maud’yi yetim bıraktılar.

Max Linder – King of the Circus, 1924

İşte bu yüzden “Sirkin Kralı”, Linder’ın tamamlanmış son uzun metrajlı filmidir. Önceki filmi biraz farklıydı. Abel Gance tarafından yönetilen “Au Secours!” (1924), birçok açıdan alışılmadık bir yapıya sahiptir, en azından tam anlamıyla bir komedi filmi değildir. Bu iki makaralık film, temel olarak korku filmi öğeleriyle birlikte bazı komik ve ürpertici unsurları içeren bir yapıya sahiptir. Filmde Linder, gece 11’den gece yarısına kadar hayaletli bir evde kalabileceği bir bahse girerken, yeni evli bir karakteri canlandırır. Ayrıca, Linder’ın Hollywood’daki ikinci ve biraz hayal kırıklığı yaratan çıkışının ardından Fransa’ya geri dönüş yapmayı seçtiği bir projedir de.

“Sirkin Kralı” ise daha uzun olup  daha anlaşılır bir senaryo vaat eden ve bunu başaran bir filmdir. Linder’ın ünlü “Max” karakterine bürünebilmesine ve slapstick becerilerini sergileyebilmesine bolca fırsat sunar. Linder, himâyesi altında olduğu otoriter amcasının “umutsuz yeğeni” olan playboy aristokrat Comte de Pompadour’u canlandırıyor. Genç kont, bir evlilik yapması konusunda ısrar eden amcasına karşı çıkar ve bir partiye kaçabilmek için ona hile yapar, bu da bizi ilk uzun komedi bölümümüze götürürken, Linder bir gece kulübünde kargaşa çıkarır. Şakalar genellikle Pompadour’un zararınadır. Otel odasından ayrılmadan önce bile yemek ceketinin içine takılmış bir askıyla başı beladadır ve sahne sonunda aynı ceketin üzerinde asılı durduğu bir askıdan kayarak sahneden ayrılır. İma açıktır; Linder bu filmde zarif bir beyefendiyi oynamayacaktır.

Max Linder – King of the Circus, 1924

Gecenin sonunda Linder, çok sarhoş ve yönünü kaybetmiş bir adam olarak yatağa girmeye çalışır veya şapkasını asmayı beceremediği çok komik bir rutine girer. Pompadour için final şakası, başından beri içinde olduğumuz bir şakadır -o bir yatak odasında değil, mobilya mağazasının vitrinindedir. Pompadour, sarhoşlukla uyanır ve bir kalabalığın camın diğer tarafında ona hor gözle baktığını görür. Neyse ki, küçük düşme anı kısa sürer çünkü kont durumunun farkında olamayacak kadar sarhoştur. Bu sahneyle birlikte, Linder’ın izleyici önünde olmak veya onların bir parçasına dönüşmek konusundaki rahatsızlığı bir tema olarak çıkar karşımıza.

Kontun trapez sanatçısı Ketty ile tanışma sahnesi, Linder’ın karanlık şakalarından biridir -ve o bununla tanınırdı. Amcasının seçtiği üç potansiyel gelin arasında seçim yapmakta zorlanan Pompadour, tabancasıyla üçünün fotoğraflarına ateş edecek ve vurduğu fotoğraftaki kişi eşi olacaktır. Bunun yerine, oradan geçmekte olan Ketty’e ateş eder ve kurşun genç kadının kolunu sıyırır. Pompadour’un romantik misyonu belirlendiğinde film, daha konvansiyonel bir komedi moduna geçer. Komik anlar arasında; Pompadour’un sirkte kalabalığın arasında yaşadığı çekingenlik, pire sirkinin yanlış yönetimi (izleyici üzerinde yanlışlıkla bir intikam eylemi?), baş belası bir palyaço sürüsüyle karşılaşması ve en iyisi de, otel odasında uydurduğu sirk eğitim kampı yer alır.

Max Linder – King of the Circus, 1924

Bu sonuncusu, bir ip, dengesiz duran mobilyalar, bir basamak ve uzun boylu hizmetkârının hünerli yardımından oluşur. Her hareket yüksek risk taşıyor gibi görünüp aldatıcı bir yetenekle gerçekleştirilir. Bu tamamen bir palyaçoluktur, tabii seyirci olmadan. Pompadour’un son numarasını gerçekleştirdiği yer ise perde arkasıdır – aslanı “yenerek”, sirk ustasının saygısını kazanır ve hayallerindeki kızı etkilemek için gerekli cesareti bulur. Seyirciler tarafından alkışlarla karşılanarak ışıklar altında eğilecek ve sonunda seyircilerin kesin bir şekilde yanında olduğunu hissedecektir.

Vilma Bánky ve Max Linder – King of the Circus (1924)

Ama film sessizlikle sona erer. Sirk pistinde başbaşa kalan sevgililer, birbirlerine dalmış bir şekilde otururken ve testere talaşı parmaklarından akarken, seyircilerin ayrıldığından bile habersizdirler. Film, Max’in zafer anından sonra, flört etme ve düğünün ardından hayatın devam etmesi gerektiğini, iki insanın özel olarak birlikte zaman geçirerek ilerlemesi gerektiğini söylemektedir. Bu final sahnesinde, film için, Linder’ın sinema kariyeri için ve -geçmişin kuşkulu faydasıyla- evliliği için, bir ânı düşünme fırsatı veren bir hüzün vardır. Bu, sessiz sinemada slapstick’in krallarından birinin, bir saatlik elastik komedisinin ardından gelen beklenmedik bir derin nefestir.

Bu yazı silentfilm.org‘da yayınlanmıştır.

“Sirkin Kralı”, 13 Ağustos Pazar akşamı Bir Yaz Gecesi Festivali’nde restore kopyasıyla ve Islandman’in canlı performansı eşliğinde gösterilecek. Caz efsanesi Okay Temiz’in de konuk sanatçı olacağı gösterimin biletleri için buradaki linke tıklayınız.