Ozan Çelik

“Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.”

Pınar Erol*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Otuz sene önce “Kim O”da vatandaşın yolunu kesen polis, (hadi Bilge Arat ve Cenk Telimen’i saymayalım) Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan’ı durdurduktan sonra “Geçen Gün” de Beykoz Kundura’da insanların yolunu kesmesin mi? Aynı polis, 1994’te Naz Erayda’nın Kerem Kurdoğlu’ndan yazmasını istediği parçadan çıkıp geldi ve yoldan geçenlere “nerelisin, ne iş yapıyorsun, nereden buldun bunları”gibi sorular sordu. Yani “Kim O”nun o pasajı, “Geçen Gün”ün metnini oluşturdu. Meğer Kerem Kurdoğlu, yıllardır bunu aklının, kalbinin bir köşesinde tutuyormuş. Bir buçuk sene önce Mihran Tomasyan, birlikte bir şey yapalım deyince de nihayet ete kemiğe bürünmesi için çalışmalar başlamış. On beş-yirmi dakikalık metin, daha da genişleyerek şimdiki halini almış. Her türlü hayale açık olan Çıplak Ayaklar Stüdyo’su, oyunun uygulayıcı yapımcılığını üstlenirken yine Mihran Tomasyan’ın önerisiyle Beykoz Kundura da ilk kez yapımcı olarak projedeki yerini almış. Böylece, aynı özenli ruhun bileşenleri, çoklu ifadeler yaratırken bize de seyirci olmanın sorumluluğunu hatırlatabildiler, ne güzel.

Geçen gün ben de insanın yaşadığı şehirle, şehirdeki diğer insanlarla, o insanların diğer (canlı-cansız) varlıklarla ilişkisinden, etkileşiminden, alışverişinden kesitler sunan performansı izledim. İzlediğim günden beri de zamanlı zamansız aklıma her gelişinde yüzüme yerleşen gülümsemeyi fark ettim. Hemen şimdi çarpıldığım şeyi söyleyeyim. Bir kere, tiyatronun tüm anlatım olanakları, el birliğiyle şehrin-insana, insanın-insana, insanın-şehre yaptıklarına aracı oluyorlar. Bunu da olabilecek en estetik biçimde yapıyorlar. Bir göstergebilim edasıyla toplaşıyor ve her biri kendi disiplini üzerinden metni oluşturuyorlar. Yani tiyatronun, metni desteklemesine alışkın olduğumuz tüm bu unsurları, deyim yerindeyse özerkliğini ilan ederek metni bu kez de kendi kodlarıyla baştan sona yazıyorlar. Buradan birbirinden kopuk, eklektik bir dil çıktığı anlaşılmasın. Aksine, birbirine böyle organik bağlanan, kaynaşan, yükselten, birbiriyle böyle güzel konuşan işlere sık rastlamıyoruz. Biz, “gündelik hayatın” hayhuyunun, sanatsal bir dile derli toplu tercümesini izliyoruz. İnsan, karşısına böyle kolektif bir yaratı çıkınca da doğrusu tadını çıkarmak istiyor. Bu tür yazılarda genellikle oyunun konusuna, özetine yer verilir ya, bu kez bunu bilindik yolla yapmak mümkün değil. Ne konusu klasik anlamda düğüm-serim-çözüm çizgisinde ilerliyor ne de türü net olarak söylenebiliyor. Bunun maksatlı bir yaklaşım olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yine de bu “acayip” işte, şehrin, insanı paranoyaklaştırdığı karşılaşmalar, teğet geçmeler, kaçmalar, kovalamacalar esnasında adamsendeci, duyarlı, ürkek, kaba, düşünceli, yardımsever, mahcup, suçluluk duyan, yargılayan, ayıplayan, dayılanan, sevgi dolan ve memnun olan kişileri etki-tepki merceğinden izliyoruz diyebilirim. Mücadele içinde geçen hayatımızda gülümseten an’ları fark edip derin derin içimize çekiyoruz. Şehri, -dolayısıyla insanı- algılama şekillerine çoğulcu bir bakış atıyoruz. İçimden buna disiplinlerin kardeşliği demek gelse de kısaca performans olarak anmaya karar veriyorum. Kelimelerin ve kişilerin yan yana gelişindeki rastlantıya bakarak bu performansa da en çok isim-şehir-hayvan oyununu yakıştırıyorum.

Oyuncuların sahneye gelmesini beklerken gözüm doğal olarak sahne tasarımında geziniyor. Zihni sinir bir projenin aksamları gibi görünen her bir obje, tam da performansın içeriği gibi birbiriyle ilintisi olmayan parçalardan bir bütün oluşturuyor. Bütünün içinde enstalasyon gibi duran bu objelerin, yan yana anlamlı bir dizge oluşturması beklenmiyor. Allah’tan Tophane Noise Band’in şehrin atıklarından oluşturdukları enstrümanlara aşinayım da birazdan bu tezgâhtan çıkacak şeyi az çok kestirebiliyorum.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Oyuncular ve müzisyenler sahneye adım atarken sanki bir çizgiden başka bir zemine/gerçekliğe geçiyorlar. Çoklu evrendeki olasılıklar gibiler. Ya da şehrin herhangi bir metrekaresine denk düşen bireyler gibi. Sonra adımları güçleniyor. Derken onlara bedenleri, sesleri, sözleri eşlik ediyor. Hareket söze, söz sese, ses gürültüye, gürültü duygulara karışırken harmoni yükseliyor. Ve şehrin rotasını arşınlayan işitsel-görsel senfoni başlıyor. Vokal, söz, devinim, tasarım el ele verip alışılmadık bir seyir keyfi başlatıyor. Sahnede var olan her öge, her devinim serbest çağrışımlara açık. Bu serbest çağrışımlar da imgeleri çoğaltıyor. Müzikle, görüntüyle, bedenlerle, sözle, düşünceyle, duyguyla nice insanlık halleri canlanıyor. Başlarda metnin içindeki hikâyeyi takip etmekte zorlanıyorum. Cümleler, iki oyuncunun kendilerine pay edilmiş sözcükleri sırayla söylemeleriyle kuruluyor. Tiyatrocuları tilt eden soruyu bu kez de ben sormak istiyorum. O kadar şeyi nasıl ezberliyorsunuz? Hele de peş peşe anlamlı bir cümle oluşturmayan sözcükler topluluğunu? Aşk olsun size! Tümevarım tavrı fark ediyorum. Demek ki parçalardan bütüne gidiyoruz. Bölüştürülmüş cümlelerin ardıl anlamlarını kovalamayı bırakınca rahatlıyorum. Ancak o zaman kelimelerdeki melodilerin tadını çıkarabiliyorum. Vurgusu değişen, bir anlamda bozulan, böylece müziği, anlamının önüne geçen kelimelerin önünü arkasını rahat bırakıyorum. Yap-bozun parçalarını bir araya getirme çabam boşunaymış; onlar yapı-bozumuymuş. Ve meğer bizim izlediğimiz fragmanmış. Olaylar şimdi açılacakmış. Bu tekrar edilen anlatımlar, her seferinde parantezine rutini, günlerin getirdiğini, olayların olasılığını alıyormuş. Aynı şeyi dinlediğimizi sanırken hikâye, eşlikçilerine göre farklılaşıyormuş, şimdi anlıyorum. Her gün, yeni bir günmüş! Ayrıca birbirini tamamlayan ve iç içe geçen konuşmalardan görüyorum ki an geliyor onlar da birbirini dinlemiyor. Birbiriyle konuşuyor gibi yapıyor ama her biri kendi hikâyesine odaklanıyor. Bunu bazen eko ile bazen kanon ile bazen koro ile bazen de susarak yapıyorlar. Seyirciyi kaybetmekten korkmayan uzun “es”leri ayrıca seviyorum. Bu anlarda sağladıkları sükûnetin tadını çıkarıyorum. Bir de söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz/söyleyemediklerimiz/içimizden söylediklerimize yoğunlaşıyorum.

Esme Madra ve Ozan Çelik, ben ne diyeyim size? İp üstünde yürüyen iki cambaz gibisiniz. Biriniz dengesini kaybetse, diğeri düşecek. Biriniz ezberini, kelimelerin sırasını unutsa, diğeri afallayacak. Biriniz bir an dalsa, diğerinin matematiği bozulacak. Biriniz vurguyu yanlış yapsa, diğerinin ritmi kayacak. O ne güzel duygudur öyle; kendisi kadar karşısındaki için de başarmayı istemek. Bu öyle bir partnerlik formu ki sadece kendinizden değil, karşınızdakinden de sorumlusunuz. Bu yüzden bence ikiniz de iki kişilik oyunculuk sergiliyorsunuz. Sizinki gibi senkron bir oyunculuk, kopmamacasına bir odaklanma olunca da partnerliğin şahikası yaşanıyor işte. Aman nolur düşmeyin!

Bu soyut ses uygulamasından Defne Gül ile Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap sorumlu. Tophane Noise Band’in gürültücü adamları Serkan Aka, Mihran Tomasyan, Selim Cizdan ve Ufuk Fakıoğlu şarkıları, devinimleri, öne çıkışları, arkada kalışlarıyla çok sempatikler. Şehrin rabarbası, gerilimi, koşturması, neşesi, rüzgârı, uyanışı kadar martı, vapur, telsiz, anahtar, kapı, itiş kakış, yumruk sesleri de onlardan soruluyor. Ama güzel olan, istenilen seslerin net ifadeler yerine çağrışımlı tınılarla verilmesi. İşte şimdi o damacananın, hortumun, pompanın, tavanın, dumbell’ın, direksiyonun, süpürgenin de hikmeti anlaşılıyor. Şehrin kustuğu o atıklar, gözümüzün önünde ses efektine enstrüman oluyor. Tüketimden yeni bir üretim doğuyor. Müzisyenler, o iki muzip şarkıyla yeri geliyor sinkaflı bir ayar veriyor, yeri geliyor medeni insanın tarifini yapıyorlar. Yeri geliyor Esme ve Ozan’a eşlik ederek şehrin kalabalığını oluşturuyor, yeri geliyor şehir planlayıcısı gibi onların yoluna taş döşüyorlar. Dekoru oradan oraya taşıyarak evler, basamaklar, sandalyeler, yollar, yokuşlar, engeller, altgeçitler, üstgeçitler hatta bana sorarsanız köprüler yaratıyorlar. Yani çok şey yapıyorlar.

İkilinin hareketleri çoğu zaman şehrin sertliğini, tekinsizliğini gövdelerken kimi zaman da insanın duyarlılığıyla duruluyor. İster aynı yöne ister zıt yöne gitsinler, şehir onları hizaya sokmasını biliyor. Onlar aynı zamanda bedenlerinin eğimleri, açıları, değişen ağırlık merkezleri üzerinden salınımlarıyla konuşuyorlar. Bazen geri geri adımlarla bizi geçmişe götürüyor; bazen birbirini onaylıyor; bazen de oluşturdukları simetriyle kendi gerçekliğini oluşturuyorlar. Ben size söyleyeyim, Maral Ceranoğlu ve Mihran Tomasyan burada bedenlerden şiir yazıyor.

Uzam-zaman-mekân birlikteliğinden oluşan bu performans, ışığıyla da derinlik sunuyor. Karşımızda isli sisli pis puslu bir şehir silueti var. Neredeyse sinematografik diyeceğim. Beykoz Kundura’nın dışardan sızan ışığı, gerçek kesite denk düşerken Utku Kara’nın marifetiyle zaman, mekân anlam kazanıyor. O, nereye bakmamızı isterse, dikkatimiz oraya kesiliyor. Işık, genellikle di’li geçmiş zamanın hâkim olduğu metindeki zaman kırılmalarını, an’dan an’a geçişleri sağlıyor. O an’ı çoğaltan farklı varyasyonlarla şehrin o bölgesinde yaşananlara ışık tutuyor. Tam burada, şimdiki zamanın hakkını ne çok yiyoruz diye hayıflanıyorum. Eş zamanlı yaşanan olaylar farklı hatırlanıyor, dolayısıyla farklı anlatılıyor. Tuhaf değil mi? Güvenli alan, kimimiz için tenhalar demekse kimimiz için kalabalıklar oluyor. Ve birbirinden habersiz aynı yere bakanların gördükleri her zaman aynı anlama gelmiyor. Gerçek şu ki; her bir insanın eylemi/eylemsizliği bu şehrin hikâyesine yön veriyor.

Maya Kurdoğlu, tasarladığı afişlerle oyunun ruhunu katmanlaştırıyor. Denizi, iskeleyi, atıkları, yolları, medeniyetin harcını, insanın olaylar karşısındaki şaşkınlığını ne güzel resmediyor. Bu şehirde yaşayanların görmediği şeyleri görünür kılıyor. Veeee performansın yönetmenleri, Naz Erayda-Kerem Kurdoğlu… Kendileriyle, bu şehre kattıklarıyla gurur duysunlar. Sadece matematiği zor bir rejinin üstesinden gelmiyorlar; bunu sahneleme disiplinlerinden hiçbirini kayırmayan bir yaklaşımla gerçekleştiriyorlar. İllüzyonu kovuyor, gerçek kesitlere yer açıyor, küçük şeylerden çarpıcı bir dünya yaratıyorlar. Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.

*Bu yazı, 28 Şubat tarihinde Mimesis Dergi‘de yayınlanmıştır.

Bu sezonun yeni oyunlarından “Geçen Gün” ses tasarımı, hareketli rejisi ve enerjik oyunculuklarıyla tiyatroseverlere farklı bir deneyim yaşatıyor

Müjde Işıl*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Bilindik bir şehir hikâyesi nasıl farklı anlatılır? Bu sezonun yeni oyunlarından “Geçen Gün” bu soruya birden farklı cevap vermek için sahnelenmiş. Bir hikâyesi var, o hikâyenin oyuncuları sadece tiyatrocular değil, sahnede kurgulanan sesler ve ritmini kaybetmeyen dinamizm de… Kerem Kurdoğlu’nun yazdığı, Naz Erayda ile Kurdoğlu’nun yönettiği oyunda Esme Madra ile Ozan Çelik rol alırken, Tophane Noise Band’in müzikleri de sahnede ikiliye eşlik ediyor. Ve ortaya performans tiyatrosu denebilecek, seyirciyi alışılmışın dışında bir deneyime ortak eden bir oyun çıkıyor.

Evet, bu bir şehir hikâyesi… Tüm zıtlıkların yaşandığı bir İstanbul hikâyesi de denebilir. Martı seslerinin eşlik ettiği ama trafik gürültüsünden de geçilmeyen, kalabalık içinde güvende ama tenha sokaklarda tekinsiz, bazen kaybolmak bazen de ruh eşine denk gelme arasında, medeni olmakla kavga etmek arasındaki geçişgenliğin saniyeler aldığı bir şehir… Biri kadın diğeri erkek kahramanımız şehrin karmaşası içinde sokakta yürürken türlü olaylarla ve insanlarla karşılaşıyor. Şehir yaşamı o kadar endişe yüklemiş ki içimize, iyilik için hamle yapmak bile karşıdakini şüpheye düşürüyor. Bir yabancıya yardım için tesadüfen bir araya gelen iki yabancı keşke bu endişelerden azade olsa da birbirine tutunsa diye hayal kurduruyor seyirciye oyun.

Sinemadan da yakından tanıdığımız Esme Madra ile Ozan Çelik sahnede fiziki olarak şehir yaşamının hareketliliğini dinamizmle yansıtıyorlar. Kâh oldukları yerde yürüyorlar kâh koşuyorlar kâh merdiven inip çıkıyorlar. Tophane Noise Band ise sıradışı enstrümanlarıyla ürettikleri şehir seslerini ve müziklerini yaparken oyuncu olarak Madra ve Çelik’e eşlik de ediyorlar. Klasik anlatılar dışında farklı tarzlara açıksanız “Geçen Gün” beklentilerinizi karşılayacak bir deneyim vadediyor. Oyun, Kundura Sahne’de izlenebilir.

*Bu yazı, 22 Şubat tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.

“‘Geçen Gün’, iki oyuncusunun inanılmaz tempolu ve uyumlu performansıyla, birkaç parçadan oluşup sürekli yeni işlevler kazandırılan dekoruyla, başarılı sahne ve ışık tasarımıyla soluksuz izlenen bir yapım.”

Asu Maro*

Şehir hayatı böyle bir şey artık. Hiçbir yerde kendimizi tam olarak güvende hissedemiyoruz. Evimizden, ‘kozamızdan’ (hatta orada bile değil, gel de Adalet Ağaoğlu’nun “Kozalar”ını hatırlama) dışarı çıktığımız anda tek başımızayız, küçücüğüz ve herkes üzerimize geliyor. Biri omuz mu atacak, biri telefonumuzu mu kapıp kaçacak, biri ters bir laf mı edecek, ne olacak da kendimizi berbat hissedeceğiz, bilemiyoruz. Endişeliyiz, korkuluyuz. “Geçen Gün” Beykoz Kundura’da izlediğimiz iki kişi gibi.

Etkileyici bir atmosfere sahip Kundura Sahne’nin yeni sezon yapımı “Geçen Gün”, 1991’den itibaren sıra dışı işleriyle kendi seyircilerini yaratan Kumpanya’nın kurucuları Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nın imzasını taşıyor. Metni Kerem Kurdoğlu yazmış, Naz Erayda ile birlikte yönetmenliğini üstlenmiş. Sahnede iki kişi; bir kadın bir erkek, birbirilerinin cümlelerinin tamamlayarak, bazen tekrarlayarak şehir hikâyeleri anlatıyorlar bize. Herhangi birimizin “Geçen Gün” yaşayabileceği olaylar. Otobüste biri dibimize kadar girebilir, biri kaportaya bir tekme savurabilir, biri sırada herkesin önüne geçebilir, bir güvenlik görevlisi kaba bir dille kimliğimizi sorabilir… “Aslında onun hakkından gelmesini biliriz ya”, yapamayız, medeni bir insanızdır, şiddete karşıyızdır. Günlerce kendi kendimizden nefret ettiğimizle kalırız.

Tanıtım metninden: “Birbirleriyle sürekli karşılaşan, geçişen, çarpışan, ama birbirlerini gerçek anlamda hiçbir zaman görmeyen iki kişi. Şehirle başa çıkmaya çalışıyorlar. Bir bakmışsın mağdur durumdalar, bir de bakmışsın suçluluk duygusu içlerini kemiriyor”… Esme Madra ile Ozan Çelik’in oynadığı bu iki endişeli kent insanı bir gece karanlık bir sokakta birisi tarafından takip ediliyorlar. Ya da öyle düşünüyorlar. Bu takibin kötü bir niyetle olduğunu da düşünüyorlar tabii. “Haberlerde okudukları şeyler birilerinin başına geliyor sonuçta”, öyle değil mi?” O adımlarımızı sıklaştırdığımız, dönüp çığlık atmaya hazırlandığımız, çantamızda çaktırmadan kendimizi savunacak bir cisim aradığımız anlardan. Gayet iyi tanıyorsunuz muhtemelen o duyguyu. Beklediğiniz kötülüğün ardından bir iyilik çıktığında gelen o tuhaf mahcubiyet ile memnuniyet karışımı hali de…

“Geçen Gün”, iki oyuncusunun inanılmaz tempolu ve uyumlu performansıyla, birkaç parçadan oluşup sürekli yeni işlevler kazandırılan dekoruyla, başarılı sahne ve ışık tasarımıyla soluksuz izlenen bir yapım. Şehir atıklarından ürettikleri enstrümanlarıyla (kovalar, damacanalar, kapaklar) şaşırtıcı bir performans sunan Tophane Noise Band’in müziği ise tek kelimeyle baş döndürücü. Şehrin kendisi gibi tıpkı.

*Bu yazı, 15 Şubat 2024 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.

“‘Geçen Gün’ün alameti farikası ve onu diğer dönemdaşlarından ayıran şey yenilikçi ve yatay hiyerarşik bir tiyatro idrakini hatırlatması oluyor.”

Gülin Dede Üstün*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Var olan tiyatro anlayışının dışında yeni form arayışlarıyla tanıdığımız Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu 1991 yılında kurdukları, Türkiye tiyatro tarihinin önemli yapı taşlarından Kumpanya’dan bu yana bireysel projelerinin dışında ilk defa Geçen Gün ile çıktılar karşımıza.  Kurulduğu günden bu yana yurt içi ve dışından alternatif performans arayışlarını sahnesinde ağırlayan Beykoz Kundura Sahne’de izleme şansı bulduğumuz oyun aynı zamanda Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk tiyatro oyunu. Bu yan yana gelmeye vesile olan ve projenin hem uygulayıcı yapımcısı hem de bir nevi oyuncusu olan Tophane Noise Band’in de varlığıyla son dönemlerin en nevi şahsına münhasır birlikteliklerinden birini izleme şansını buluyoruz.

Şehirde iki kişi; sahnede Esme Madra ve Ozan Çelik, gündelik hayatın içinde yaşadıkları kesişmelere yükledikleri anlamları, endişelerini mekân, zaman, beden, ses, malzeme ve ışıkla harmanlayarak bize bir karşılaşmalar silsilesi anlatıyor.  Bu karşılaşmalar silsilesini izlemek için şehrin uzak bir noktasına gitmek durumunda olmak vardığınızda izlediğiniz oyunun sunduğu anlama daha yakın bir yerden bakmanıza da vesile oluyor. Benim Geçen Gün’e misafirliğim de soğuk bir kış gününde bindiğim takside, Üsküdar’dan kalkan boğaz vapurunda, yolu uzatarak bilmediğim Beykoz sokaklarında yürüyerek geçen, uzun ama keyifli bir yolculuğun sonunda başladı. Belki de bu yüzden Geçen Gün’ü izlerken, yol boyu yaşadığım kesişmeler ve konuşmaların da etkisiyle aklıma Walter Benjamin’in flanör (aylak kent gezgini) kavramı düşüverdi. Gülin olarak sokakla nasıl bir ilişki kurduğumu hatırlamaya çalıştım önce. Aylaklık, oyunla ve kendimle hem çok yakın hem çok uzağa düşen yanlarıyla kafamın içinde dolandı durdu. Kentin bohem, düşünür gezginlerinin dolaştığı sokaklarda Erayda ve Kurdoğlu’nun karakterleri biraz daha huzursuz ve hatta huysuz bir şekilde dolanıyorlardı. Bense yaşanabilecek tüm huzursuzluklara rağmen sokakla daha barışçıl bir ilişki kurmaya çabalıyordum. Ama diğer yandan bir flanör gibi izlemek yerine oyunun karakterleri gibi ben de yolumun kesiştikleriyle, şahit olduklarımla daha fazla ilişkiye giriyordum. Ancak onlar her ilişkilendiklerinde daha çok tehdit altında hissediyorlardı kendilerini. Sonunda umutlu bir gülümsemeyi arasa da, Kurdoğlu’nun kaleme aldığı metin, şehirle “Ne kadar büyüleyici bir şehir bu. Her köşesi başka güzel. Her köşesinde başka bir sürpriz” sözleriyle barışmaya çalışsa da hapsolduğu tekinsizliği de şu sözlerle ele veriyordu; “Geçen gün yolda yürüyordum. İçimde böööyle kötü bir his. Uğursuz bi şey. Her an kötü bir şey olacakmış gibi. Sanki sokak her zamankinden daha karanlık.”

Çizim: Gülin Dede Tekin

Hikâyeye yayılan bu “enerji dolu!” huzursuzluk klasik tiyatro izleyicisini anlatım biçimiyle de vuracak şüphesiz. Karşımıza çıkmasına alıştığımız aktarım araçlarının birçoğu bu oyunda yok. Dili yapı bozuma uğratarak başlayan ve tekrarlara dayanan bir anlatım bekliyor seyirciyi. Bu yer yer oyundan kopmalara sebebiyet verse de Erayda ve Kurdoğlu’nun rejisi çok hızlı şekilde yeniden yakalamayı biliyor. Seyirciyi hem dahil ediyor hem de ona mesafelenme şansı bırakıyor bir nevi. Oyuncuların kelime kelime parçalayarak bölüştükleri hikayeleri, dakikalar ilerledikçe cümlelere ve paragraflara dönüşüyor. Sözleri arttıkça yollarına eşlik eden malzemeler artıyor. Basit ve iddiasız metin tercihi müzik ve dansla birleşirken yoluna merdivenler, yokuşlar, tuğlalar çıkıyor. Kâh metnin müziğe dönüştüğü anlarda şarkıcı, kâh performanslarıyla dansçı, kâh arkada atık malzemelerle şehrin ambiyansını yaratan uygulayıcı, kâh oyuncuların yollarına engeller koyan şehir kurucu olarak görebildiğimiz Tophane Noise Band ekibi bir nevi üçüncü oyuncu olarak hikâyeye dahil oluyor ve metin onların varlığıyla zenginleşiyor.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Ruhuna Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın işlerinden aşina olsak da Tophane Noise Band’in ilk tınılarıyla bir kulak tiyatrosu deneyimi olan Podacto projesinde karşılaşmıştım. Mihran Tomasyan’ın ÇAK atölyesinin deposunda biriktirdiği atık malzemelerden çıkardıkları seslerle oluşturdukları müzik performanslarına hayat veren grubun Erayda ve Kurdoğlu birlikteliği belli ki bir laboratuvar çalışmasına dönüşmüş. Sokakta özgün ve biricik olanı arayan flanörler gibi güçlerini birleştirdikleri diğer tüm disiplinlerle birlikte o özgünlüğün ve biricik olanın peşine düşmüşler. Tomasyan ile Maral Ceranoğlu’nun yaptığı hareket düzeni adeta bir reji gibi oyunun omurgasını oluşturuyor. Madra ve Çelik sahnede yüksek efora dayanan tempolarını hiç düşürmemelerinin yanında parçalı metne hâkimiyetleriyle ışıldıyorlar. Kimsenin önüne geçmediği yek vücut bir ikili olmuşlar sahnede.  Utku Kara’nın ışık tasarımı senenin en göz alışı ışık tasarımlarından biri olarak hala hafızamda. Tophane Noise Band’in, malzemelerden oluşan ve sahne boyutlarını da belirleyen uzun tezgâhı Beykoz Kundura’nın restore edilmiş mimarisi ışık tasarımıyla yan yana gelince görkemli bir gösteriye dönüşüyor. Bu noktada Geçen Gün’ün alameti farikası ve onu diğer dönemdaşlarından ayıran şey yenilikçi ve yatay hiyerarşik bir tiyatro idrakini hatırlatması oluyor sanırım.

Oyunun tanıtım metni şu soruları soruyor kendine ve bize belki de;

“Bu bir konser mi?  / Dans gösterisi mi? / Oyun mu? / Performans mı? / Hiçbiri. / Hepsi.”

Hangisini çıkarsanız diğeri için evet cevabı verebileceğiniz bir deneyim Geçen Gün. Hem hepsi hem de hiçbiri gerçekten de.

*Bu yazı, Argontolar.com‘da yayınlanmıştır. (9 Şubat 2024)

“Medeniyeti tek dişi kalmış canavar olarak görenlerin fütursuzca daralttığı kişisel alanlarında kendi kavramlarını sorgulamanın ve şiddete yenik düşmeme çabasının yoruculuğunu hissedenler için Geçen Gün ilaç gibi gelen bir sahne etkinliği.”

Münip Melih Korukçu* – İAÜ, GSF, Drama ve Oyunculuk Bölümü Öğretim Üyesi

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu çifti… Dile kolay 30 sene öncenin iddialı topluluğu Kum.Pan.Ya’nın kurucuları… 1999 yılında mezuniyet tezimi Türkiye’de Deneysel Tiyatro ve TAL başlığıyla hazırladığım zamanlarda tanıyıp hayranlık duyduğum, sonraları arkadaşlıklarıyla onurlandığım ikili… 80’ler Türkiye tiyatrosunun kurumsal sultasını delip geçen, avangard nitelikli işleriyle, küf kokan ve müzelik, Peter Brook’un tanımlamasıyla ‘Ölü Tiyatro’ya güçlü bir alternatif oluşturan Kum.Pan.Ya’nın beyin takımı… Elbette ki bu tanımlamalar nereden bakılırsa bakılsın indirgemeci bir yaklaşıma dönüşebilir. Ancak yazıya böyle girmemin temel nedeni onların bendeki yerini ifade etmekten çok, Türkiye tiyatrosu için önemine vurgu yapmak. Eline projeksiyon cihazı geçirip, sahne önüne yerleştirilmiş mikrofondan ötekileştirme temasının farklı varyasyonlarını tadım mönüsüne dönüştürerek yedirmeye çalışanın alternatif kabul edildiği bir zamanda gerçekten alternatif olanın ne olduğunu hatırlatmak da eklenebilir bu vurguya. Yaptıkları her işte hem öz hem de biçim açısından yeni ve farklı olanı aramakla kalmayıp bulabiliyor oluşlarıyla kayda değer bu ikilinin yeni işleri Geçen Gün, geçmeyen gündemiyle günümüzde de alternatif tiyatronun nitelikli örneklerinden biri olarak dikkatleri hak ediyor!

Bütünsel bir tiyatro dili hedefleyen ikili Kum.Pan.Ya çatısı altında gerçekleştirdiği diğer yapımlarında da olduğu gibi bu kez Kundura Sahne yapımı olan Geçen Gün adlı etkinliğin de çalışma süreçlerinde, “oyun + dramaturgi + yönetmenin yorumu + oyunun icrası + dekor + ışık ve ses etkilerinin katkısı” şeklindeki tipik yaratım şablonu yerine, tüm ögeler arasındaki karşılıklı etkileşimi esas alan bir yöntem uyguluyor. Söz gelimi ışık tasarımının getirdiği bir anlayış, oyun metninin kısmen yeniden yazımını gerektirecek fikirler doğurabilir. Bu diyalektik yaratıcılık ilişkisini sonuna kadar korumaya çalışan ikili, çıkış noktası olarak tespit ettiği bir ögeyi, diğer tüm ögelerin ilk sıçrayışı yapacakları bir mihenk taşı olarak belirleyip, diğer ögelerin yaratıcılığını  kışkırtıcı bir nitelik kazandırabilmesi açısından iyice çözümlemekle işe başlıyor. Bu ateşleyici öge, bir metin olabileceği gibi bir mekan ya da ışık tasarımı olabiliyor. Yapımlar, bu ateşleyici ögenin diğer ögelerle kurduğu ilişki ve yaratıcılık etkileşimiyle bütünselliğe oturtuluyor.

Oyundan çıktığımda aklımda Goethe’nin Genç Werter’in Acıları romanındaki cümle tınlıyor: “Dünya hassas kalpler için cehennemdir”. Kendinin hassas bir kalp taşıdığını düşünen herkes son yirmi senedir sistemli bir biçimde cehaletin, nobranlığın, kabalığın, yükselen değerler olduğu günümüz Türkiye’sinde kutuplaştırıcı siyasetin tuzaklarına düşmemeye çalışarak kendi cehennemine sürüklendiğini hissediyor olabilir. Medeniyeti tek dişi kalmış canavar olarak görenlerin fütursuzca daralttığı kişisel alanlarında kendi kavramlarını sorgulamanın ve şiddete yenik düşmeme çabasının yoruculuğunu hissedenler için Geçen Gün ilaç gibi gelen bir sahne etkinliği…

Etkinlik diyorum çünkü oyun bülteninde “Bu bir konser mi? Dans gösterisi mi? Oyun mu? Performans mı? Hiçbiri. Hepsi.” olarak sunuluyor. Türlerarasılığın güzel bir örneği olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Kundura Sahne yapımı olan Geçen Gün Kerem Kurdoğlu’nun Yazdığı, Naz Erayda ile birlikte yönettikleri bir etkinlik. Ses/Söz/Hareket tek perdelik bu etkinliğin üç önemli bileşeni.

Ses kısmına baktığımızda sahne gerisine konumlandırılan gündelik nesnelerden oluşturulmuş bir orkestra görüyoruz. Bir süpürge, tava, damacana, dikiş makinası ve daha bir sürü alakasız nesnenin oluşturduğu orkestra, etkinliği bir konsere dönüştürüyor. Ses tasarımı Tophane Noise Band (Serkan Aka, Mihran Tomasyan, Selim Cizdan, Ufuk Fakıoğlu) tarafından yapılmış. Etkinliğin ana bileşenlerinden biri olmasının dışında diğer tüm sahneleme araçlarının da etkileşiminde organik bir biçim alıyor ve bu biçimle sahneden seyirciye yönelen yapıyı estetize de ediyor.

Hareket bileşenine baktığımızda Maral Ceranoğlu ve Mihran Tomasyan imzasını görüyoruz. Çıplak Ayaklar Dans topluluğunun yetkin geçmişinin gücünü arkasına alan hareket, etkinliğin bütünleştirici unsuru olarak göz dolduruyor. Topluluğa oyuncu olarak eşlik eden Esme Madra ve Ozan Çelik’in bu türlerarası yapı içerisinde gerek beden kullanımı gerek ifade gücü eklektizmden uzak doğal ve akışkan ancak bir o kadar da samimi bir aktarımı mümkün kılıyor. Utku Kara’nın ışık tasarımı ise sahne üzerinde gerçekleşen bu devinimi kucaklayan bir atmosfer sağlıyor.

Söz boyutuna geçmeden önce yapımın dramaturjik yaklaşımına bakacak olursak, modern dramaturginin belirli ve akılcı tek bir anlam atfetmeden sahne üstü hiçbir göstergenin meşruluğunu kabul etmeyen işlevselci yaklaşımına karşı, çok anlamlılığa, hatta sezgisel, çağrışımsal, duyumsal anlamlara da aynı ağırlıkta değer veren bir özellik taşıdığı görülüyor. Modern dramaturgiye başkaldıran postmodern estetiğin “her şey gider” sloganı ya da modernizmin “neden” sorusuna karşı sorduğu “neden olmasın” sorusunun ima ettiği kadar fütursuz ve hesapsız bir tavır olmadığı belirtilen bu  yaklaşım, her yönüyle düşünülmüş bir sorumlulukla gelişiyor.

Böylesi bir dramaturjik yaklaşımla ele alınan söz de Geçen Gün adlı etkinliğin önemli bir bileşeni. Kerem Kurdoğlu tarafından yazılan metin iki hassas kalbin birbirini görüp, tanıyıp, gülümsemesi ekseninde ilerlemekte. Onlar da aynı dertten mustaripler. Şehir ve şehrin yükselen değerleriyle başa çıkmaya çalışıyorlar: nobranlık, kabalık, tekinsizlik… Yolları kesişiyor bazen. Bazen ayrı rotalarda ilerliyorlar… Hareket ve sesle birleşen, ayrışan, yer yer tekrarlayan sözlerle örülü metin alışılageldik dramatik oyun metni yapısını taşımıyor. Günümüz sahnelemelerinde kullanıla kullanıla eskiyen hikaye anlatıcılığının bambaşka biçimlerde de olabileceğini gösteren sade ama güçlü bir matematikle oluşturulmuş. Kişileştirmenin iki ana öznesi incelikleri yüzünden birbirlerine dokunamasalar da oturdukları bir banktan manzarayı izlerken tebessüm edebiliyorlar. İşte bu tebessüm, yolları ayrı olsa bile yalnız olmadıklarının bir ilanı. Savaşa, şehre yenik düşmediklerinin… Goethe haklı olabilir, dünya hassas kalpler için bir cehennem olabilir ama sanat bir cehennemi tek bir tebessümle cennete çevirebilir…

*Bu yazı, 5 Şubat 2024 tarihinde Mimesis Dergi‘de yayınlanmıştır.

Kundura Sahne’nin ilk oyun prodüksiyonu “Geçen Gün”ü yönetmenleri Kerem Kurdoğlu ve Naz Erayda ile konuştuk.

Esra Ece Kuleci*

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

2023’te beşinci yaşını kutlayan Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk oyun Geçen Gün aralık ayında seyirciyle buluştu. Kerem Kurdoğlu yazdığı, aynı zamanda yönetmenliğini Naz Erayda ile birlikte yaptıkları Geçen Gün şehirle iki kişi arasında geçen endişe dolu bir sevgi hikâyesini anlatıyor. Oyun, 2021’de kurulan ve şehir atıklarından ürettikleri enstrümanlarla performanslar gerçekleştiren Tophane Noise Band müzikleriyle sahnede yer alırken, Çıplak Ayaklar Stüdyosu oyunun uygulayıcı yapımcılığını üstleniyor. Oyun; dans, konser ve performansı sahnede bir uyum içinde seyirciye sunuyor. Esme Madra ve Ozan Çelik ise bize bu hikâyeden “iki kişi” olarak eşlik ediyor. Oyunun yönetmenlerinden Kerem Kurdoğlu ve Naz Erayda ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kerem Kurdoğlu & Naz Erayda

Kumpanya Tiyatrosu, 1991 yılında İstanbul Tarlabaşı’nda yer alan İstanbul Sanat Merkezi’nde başladığı çalışmalarına, 2006 yılında İstanbul Sanat Merkezi’nin kapanmasına kadar devam etti. O yüzden ilk sorum sizlere şu olacak. Tekrar üretme isteği nasıl ve ne zaman oluştu?

Naz Erayda: Kumpanya, Manastır’ın (İSM) boşaltılma kararıyla birlikte fiziksel mekanından ayrıldı ama Kumpanya’nın kurucuları olan biz, bazen kuruluş amacını veya çalışmalarını kendimize yakın hissettiğimiz tiyatro ve sanatçılarla, ya da üretim biçimleri nedeniyle kendimizi ifade edebileceğimizi düşündüğümüz bazı sanat kollektifleriyle, uzun zamandır da eğitim kurumlarıyla işbirliği yaparak çalışmalarımızı sürdürdük. İlgi duyduğumuz konularda, birbirinden farklı ama birbirine yakın disiplinler arasında, farklı platformlarda işler yapmaya devam ediyoruz. Kerem, Kumpanya yıllarında ve öncesinde yaptığı işlere, kapandıktan sonra da devam etti, oyun ve senaryo yazıp yönetmeye ve bu konularda dersler vermeye devam ederken bir yandan da sinemada post prodüksiyon süpervizörü olarak çalışmalarını sürdürüyor. Devlet Tiyatrosu’nda oynayan Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar, yazıp yönettiği müzikli bir Kafka uyarlaması olan İstanbul’da Bir Dava ve yönetmenliğini yaptığı Ionesco’nun, Kel Şarkıcı’sı ilk aklıma gelenler. Mehmet Birkiye’nin isteğiyle Shakespeare’den uyarlayarak III. Richard, Neden Yaptım? adlı oyunu yazdı. Richard’ın ardından, bir üçleme olarak art arda çalışılması düşünülen, yine Shakespeare uyarlaması olan oyunların ikincisini yazmaya devam ediyor.

Ben de üç farklı üniversitede, Deneysel Sahne Tasarımı, Sinemada Sanat Yönetmenliği ve Doğaçlama- Uzam Zaman Beden başlıklı dersler verip, farklı kurumlarda atölye çalışmaları yaparken, bağımsız sinema filmleri için yapım tasarımcısı ve sanat yönetmeni olarak çalışmayı sürdürdüm. Disiplinlerarası çağdaş gösteri sanatları dergisi olan Gist’in yayın yönetmenliğini yaptım. Aynı zamanda da kendi disiplinlerarası işlerimi yapmaya devam ettim. Onların içinde beni en fazla heyecanlandıranlardan bazılarının isimleri de şöyle: İstanbul by Naz, Antakya by Naz, Çizelge Oyun, Sansürcü, Sevim Burak’ın üç hikayesinden uyarlayarak yönettiğim Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezseile hem özgürleştirici, hem de kollektivizm ve sınırlar konusunda bakışımı etkileyen Beni Duyuyor musun?, Nurşen, Course, Hulahoop, Uzun Bir Yıl: Yürümek, Durmak, Ölmek Üzerine Bir Çalışma, Kesişmeler I ve II

Metnin yazım sürecinden de biraz bahsedelim istiyorum, Kumpanya’nın işlerini izleme şansım olmadı ancak arşivlerde Kumpanya’ya dair nitelikli bilgilere erişme şansımız var. 1994 yılındaki Kim O? işinde de “geçen gün” kelimesinin geçtiğini fark ettim. Geçen Gün için o günden bugüne birikenlerin bir üretimi diyebilir miyiz?

Kerem Kurdoğlu: O günden bugüne bir “birikim” değil de, tohumları o zaman atılmış olan, gerçekleşmesi bugünü bulan bir fikir diyebiliriz. 1994 yılında Naz’ın projesi olarak yaptığımız Kim O?‘da, oyuncularla yaptığımız çalışmalardan kullandığımız fikirlerin sözlerini ben yeniden yazmıştım. Yine Naz’ın verdiği çalışmalardan biri için ben iki oyuncunun kelime kelime paylaşarak anlattığı ve şu sözlerle başlayan bir parça yazdım: “Geçen gün, yolda yürüyordum, polis yolumu kesti.” Naz, o çalışmayı beğendi ve Kim O?‘da kullanmaya karar verdi. Ben o sahneyi çok seviyordum ve büyüterek tek başına bir oyun yapma fikri daha o zamandan aklımdaydı. Yabancı dizi terminolojisiyle söylersek tam bir “spin-off” yani. Hatta 2005 yılında, yaklaşık 15-20 dakikalık bir versiyonu Kumpanya oyuncularından Bilge Arat ve Cenk Telimen’le çalıştık, ama o çalışma seyirci karşısına çıkan bir ürüne dönüşmedi. Daha sonra Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan bir gösterileri için benden kullanabilecekleri bir metin istediler, ben bu metni verdim. Metnin bir kısmını kullandılar. Ve nihayet, 2022 yılının Eylül ayında Mihran Tomasyan bize birlikte bir iş yapmayı teklif ettiğinde, biz bu metni önerdik, onlar da çok sevdiler ve son yolculuk başladı. O sırada metin sadece 15-20 dakika uzunluğundaydı. Ben yeniden yazdım ve metni şu andaki haline getirdim. Oyunda, Kim O?‘daki bazı bölümler ve hatta Naz’ın bazı sahneleme fikirleri hala kullanılıyor. Örneğin seyircinin önüne gelip sakin bir edayla uzun uzun seyirciye bakan oyuncular. Yani Geçen Gün, 30 yıl önceki bir fikrin nihayet gerçekleşmesidir diyebiliriz. Bana sıkça sorulan bir soru şu: “Bugüne çok uyuyor. Yeniden yazarken güncelledin mi?” Açıkçası oyunun ele aldığı tema, herhangi bir “güncelleme” çabası gerektirmiyordu. Örneğin Kim O?‘dan alıp kullandığımız diyaloglarda herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadım. Hatta yeniden yazarken özellikle “zamansız” kalmasını tercih ettim. Cep telefonu gibi birkaç ayrıntı dışında, 30 yıl önce olamayacak hiçbir şey yok bence metinde.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Tophane Noise Band ile yollarınız nasıl kesişti? Bu iki topluluğun ortak ve zamansız bir iş” üretmesini çok kıymetli buluyorum. Yaklaşık bir yıldır yürüttüğünüz bu çalışmalar da üretim pratikleriniz ve teknikleriniz sizce karşılıklı olarak sizi nasıl besledi?

N.E.: Kerem’in de söylediği gibi yaklaşık olarak bir sene önce, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın kurucularından Mihran Tomasyan, bizi kurucularından biri olduğu ve henüz kurulma aşamasında olan Tophane Noise Band (TNB)’in özel bir sunumunu izlememiz için davet etti. Kentin özel mahallelerinden biri olan Tophane’deki mekanlarında biriktirdikleri, gündelik yaşamda hemen hergün, en az birinin karşımıza çıktığı nesneleri ses çıkartılabilen birer heykele dönüştürmüşlerdi. Büyülendik. Kullanılan malzemelerin ve çıkan seslerin oluşturduğu atmosfer bize Tarlabaşı’ndaki Manastır’ın içinde yer alan Kumpanya’da yaptığımız çalışmaları, özellikle de Kim o? isimli oyunumuzu hatırlattı. Mihran’la yollarımız taa o zamanlar kesişmişti. Yaklaşık olarak yirmi beş senedir birbirimizin işlerini takip ederiz. Bu heyecanlı buluşma Geçen Günadını verdiğimiz oyunumuzun üretimine vesile oldu. TNB’in bu özel sunumundan sonra Mihran bize birlikte bir çalışma yapmayı teklif etti. Çalışmanın ilk aşamaları, TNB’den Mihran Tomasyan, Serkan Aka, Ufuk Fakıoğlu, Selim Cizdan ile oyun metni, ses tasarımı, hareket anlayışı, oyunculuk, mekan tasarımı gibi birçok konu üzerine yaptığımız uzun ve keyifli toplantılarla neredeyse kendiliğinden aktı. Kerem kısa sürede metni yazdı. Üretim süreci, asistanlarımız Ahmet Mete Balyan ve Zivan Arya Çelik’in oyunculuk katkılarıyla bir hafta, on gün süren bir laboratuvar çalışmasıyla devam etti. Hatta ilk gün, çalışma saatinden önce, Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda, farklı boyutlarda yükseltiler ve TNB’nin gösteride kullanma ihtimali olan, ses çıkartılan nesneleri de kullanarak mekanı kurduk. Birbirimizi ve yapmak istediğimiz işi daha iyi anlamak için kimi zaman hareket ve ses anlayışı üzerine yaptığımız kısa konuşmalarla kimi zaman da bu konuşmalar doğrultusunda yapılan doğaçlamalarla çalışmamızı sürdürdük. Asistanlarımız Basma Seiba ve Ahmet Mete Balyan’la yönetmen yardımcımız Ekin Deniz Görk’ün bu doğaçlamaları sabitleme çalışmaları sırasındaki emeklerini de burada anmak isterim. Mihran ve projeyi birlikte tamamladığımız bütün arkadaşlarımızla, hayata, birçok konuya ve detaya yaklaşımımızda o kadar çok ortak nokta ve bir miktar da farklılık var ki bunlar birlikte ürettiğimiz işe olumlu olarak yansıdı. Hemen hemen hepimizin uzam, zaman, hareket, ses, söz, konularında özgür ve samimi olmak veya bilineni tersyüz etmek isteği, hep birlikte Geçen Gün’ü oluşturmamızı sağladı.

Oyunun müziklerine ileride bir soundtrack olarak erişme ihtimalimiz olacak mı?

N.E.: Evet, bunu biz de çok istiyoruz ve heyecanla bekliyoruz. Tophane Noise Band’in hem yarattıkları enstrumanlar, hem de onlardan çıkardıkları seslerin birleşimi çok zengin çağrışımlar yaratıyor. Bu oyun için yaptıkları müzik, geçmiş ve gelecek arasında, sanki hem çok iyi tanıdığımız hem hiç karşılaşmadığımız birilerini, çok iyi bildiğimiz veya hiç bilmediğimiz yerleri, tanıdık gelen duyguları çağrıştırıyor. Takipçileri iyi bilirler ama burdan bir de ben söylemiş olayım. Onlar bazen DasDas’da kendi konserlerinde, bazen ‘Büyük Ev Ablukada’ konserinde, bazen bir sessiz film seslendirirken, bazen bir sanat galerisinde, bazen de belki kentin özel mahallerinden birinde, sokakta karşınıza çıkabilirler.

Geçen Gün, 2023, Kundura Sahne, Fotoğraf: Canberk Ulusan

Mekân ve yapımdan da bahsedelim. Geçen Gün, Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk oyun. Beykoz Kundura ile olan bu ortak üretme deneyiminden biraz bahsedebilir misiniz?

K.K.: Beykoz Kundura, bu şehrin hafızası içinde eşsiz bir yeri olan, çok değerli bir oluşum bizim için. Mekanın son derece özenli bir çalışmayla, zarar verilmeden ve çağdaş mimarinin olanaklarını da çok iyi kullanarak korunmuş olması, orayı çok özel kılıyor. Yapılan arşivleme çalışması ve müze, olması gereken ve özlediğimiz yaklaşımı çok iyi örnekliyor. Uzun yıllardır, çekim platosu olarak sinema sektörü için de önemli bir yere sahip. Ayrıca mekanın, estetik olarak gerçekten büyüleyici bir güzelliği var. Bu oyun için bir yapımcı arayışı içindeyken, Mihran bize Beykoz Kundura’yı önerdi. Söylediği anda, tamamdır dedik, bu çalışmanın doğru yeri orası. Gerçekten de oyun sanki orası için yapılmış gibi, mükemmel bir şekilde mekanla bütünleşti. Beykoz Kundura’nın ve Buse Yıldırım’ın yapımcı olarak ticari kaygılarla değil, gerçekten doğru ve değerli buldukları işler yapmak hedefiyle hareket ediyor olması da altı özellikle çizilmesi gereken bir nokta. Bildiğiniz gibi çağdaş gösteri sanatları, tüm dünyada, ticari getirisi çok fazla olmayan ama kültür ve sanatın gelişimi açısından önemsenen bir alan. Burada da yaptıklarımızı önemseyen ve sahip çıkan oluşumların olması çok değerli.

Seyirci deneyimi olarak ilk söyleyebileceğim performans, dans, müzik ve oyunculukların “oyun” içindeki dengesi. Hiçbiri birbirinin önüne geçmiyor, provalara katılma şansım oldu ve şunu gözlemledim aslında her adım planlı, tekniği oturmuş olmalı ama bir o kadar da o ânın doğasında kalmaya ve bunu sahneye taşımaya da meyilli. “Oyuncu kimdir?” gibi bir soru da sorduruyor. Oyunculardan Esme Madra ve Ozan Çelik ile bu süreci nasıl yönettiğinizi sizden dinlemek isterim.

N.E.: Yapmak istediğimiz şey tam da buydu, çok doğru bir tespit. Metnin yazımı tamamlandıktan sonra gerçekleştirdiğimiz, bir hafta süren laboratuvar çalışması sırasında Geçen Gün’ün nasıl bir şey olacağını genel çizgileriyle belirlemiştik. Son bölümdeki tuğlalar da, rampa ve basamaklar da, oyundaki hareket üslubu da, bir sene önceki o ilk haftada bulunan fikirlerdir. Sonradan kullanmadığımız ya da değiştirerek kullandığımız bazı fikirler de oldu tabii. Hareket, ses ve sözün hatta nesnelerin, giysilerin, mekanın birbirine dönüşebilmesi, bunu yaparken seyirciyle sahici bir iletişim kurabilmek de bizim için çok önemli. Biz Mihran’la birbirimizin sanatsal eğilimlerini iyi biliyoruz ama Esme’yle ve Ozan’la ilk defa çalışıyorduk. Özdisiplinleri o kadar güçlüydü ki biz yönetmenlerin ve hareket tasarımını yapan Mihran’la Maral’ın zorlayıcı fikirlerimizi yaratıcı sonuçlara dönüştürdüler. Parçalı yapısı nedeniyle ezberlenmesi bu kadar zor bir metni ezberlemekle kalmadılar, o metni kendilerinden vazgeçmeden bünyelerine aldılar. İkisi de disiplinli ve yaratıcı oldukları kadar çalışılması keyifli oyuncular. Çoğu zaman benim başka gezegenden olmamın bile üstesinden geldiler.

K.K.: Mihran’la yaptığımız ilk toplantılardan birinde, hedeflediğimiz gösterinin yapısını tarif ederken şu tanımlar üzerinde özellikle önem vererek durmuştuk: Her bir öğe kendi başına o kadar güçlü olmalı ki, örneğin bu gösteriden hareket ve sözü çıkartsak, geriye kalan “şey” bir saatlik bir konser olarak izlenebilmeli. Veya müzik ve sözü çıkartsak, kalan “şey” bir dans gösterisi olarak izlenebilme değerine sahip olmalı. Aynı şekilde dansı çıkartsak, geriye müzikli bir oyun kalmalı. Aynı anlayışı, dekor ve ışık tasarımı konusunda da sürdürdük. Işık tasarımcımız Utku Kara’dan, sadece oynadığımız sahneleri doğru aydınlatmasını istemedik. Işığı kullanarak, her birine uzun uzun bakmak isteyeceğimiz “tablolar” oluşturmasını istedik. Aynı şekilde, dekor değişimlerini de, hareket tasarımının ve gösterinin izlemeye değer önemli bir aksiyon kategorisi olarak değerlendirdik.

90larda başlayan yenilikçi” tiyatro hareketinin önemli bir ayağıydı Kumpanya,  bugün de sahnede arayışımız devam ediyor diyebilir misiniz?

N.E.: Evet, denebilir herhalde. Biz zihnimizi meşgul eden konu ve alanlarda genellikle bir hedefe ulaşma kaygısı olmadan detaylı çalışmalar yaparız. Bunlar bazen daha kısa bir zamanda sonuca ulaşıp tanıklık edilebilecek, izlenebilir bir şeye dönüşüyor. Bazen de sadece bizi besleyen bir çalışma olarak kalıp yıllar sonra, hiç beklemediğimiz bir zaman diliminde başka bir işe dönüşebiliyor. İkimizin de yıllardır bu alanlarda çeşitli eğitim kurumlarında dersler vermemiz de araştırmalarımızı sürdürmemize olanak sağlıyor ve bizi diri tutuyor. O yıllarda ben yenilikçi olmayı hedefleyerek değil zihnim öyle çalıştığı için, bugün de yaptığım gibi şeyler yapıyordum. Bünyesel bir durum yani, beslendiğim kaynaklar sanki kendiliğinden bir işlemden geçiyor gibi ve böyle işlere dönüşüyor. Tersyüz ederek yeni bir dengeye ulaşma tutkusu hep devam ediyor. Bu projede de çok olumlu birşey oldu. Benim işlerim genellikle hüzünlü anlardan oluşur. Bu, Geçen Gün’de Kerem’in espiri anlayışıyla birleşince müzik ve hareketin de etkisiyle çok katmanlı bir derinliğe dönüştü.

K.K.: Naz’ın söylediği “yenilikçi olmayı hedefleyerek değil zihnim öyle çalıştığı için” ifadesi çok önemli bence. Biz kendimizi seyirci yerine koyarak, izlemekten hoşlanacağımız işler yapmaya çalışıyoruz. Özellikle “farklı” veya “yenilikçi” olmak için fazladan bir gayret sarfetmiyoruz.

Kültür-sanat alanında üretmek her geçen gün zorlaşıyor. Özellikle bu alanda üretmek ve kendine alan bulmakta zorlananlar için deneyimlerinizden yola çıkarak neler söylemek istersiniz.

N.E.: Gerçekten bu konuda bir şeyler önermek giderek zorlaşıyor. Nüfus çoğaldıkça kaynaklar tükeniyor, görünür olmak zorlaşıyor. Hatta hayatta kalabilmek neredeyse imkansız hale geliyor giderek. Bütün bunlara rağmen tutkuyla, inançla, inatla, yapılmak istenen işin peşini bırakmadan sürdürme cesareti toplamak ve bireysel yaratıcılık devam ederken aynı zamanda kollektif üretim içinde olmak alan açabilir mi? Merkezden uzakta, ana akım içinde olmayan, kendi kollektifleri içinde üretilen işler yapmayı düşünmek yardımcı olabilir mi? Bilinen/bildiğimiz yöntemlerden farklı yöntemler geliştirilebilir mi? Kendini ifade edebildiğin farklı yöntemler geliştirilebilir mi?  Başka çare yok gibi sanki. Farklı algı biçimleri oluşturmak lazım.

K.K.: Cevap vermesi çok zor bir soru. Ama ben çok önemli bulduğum tek bir bakış açısından cevaplayarak, hayatı biraz basitleştirmek istiyorum: Bence başkalarından beğeni toplamak için iş yapmamak çok önemli. Kendi zevkimize ve doğrularımıza göre, herkesten önce kendimiz için iş yapmalıyız. Özellikle cep telefonlarımızda yaşamaya başladığımız son yılların getirdiği “daha çok izlenme” ve “like toplama” odaklı yaşama kültürü, gerçekten iyi ve samimi işlerin çıkmasındaki en büyük engel. “Seyirci beğenisine göre” iş yapmayı çok zararlı buluyorum. “Kendini seyirci yerine koyarak” çalışmak, bence en doğru bakış açısı. İkisi çok farklı şeyler. Kendi beğenilerimizle, bizi mutlu eden, gurur duyduğumuz işler yapmayı sürdürürsek, yarattığımız süreklilik, zaman içinde kendi seyircisini de oluşturur mutlaka.

Bir şehir. Ve iki kişi. Birbirleriyle sürekli karşılaşan, geçişen, çarpışan, ama birbirlerini gerçek anlamda hiçbir zaman görmeyen iki kişi. Dünyaya karşı iki kişi. Şehrin içinde hareket ediyorlar. Ezilmemeye çalışıyorlar. Şehirle başa çıkmaya çalışıyorlar. Herkes onlara karşı, onlar tek başına. Kâh seksen yaşındalar, kâh on sekiz. Bir bakmışsın mağdur durumdalar, bir de bakmışsın suçluluk duygusu içlerini kemiriyor.

Biz tanıyoruz onları. Onlar da bizi tanıyor. Şehir değişiyor. Şehir sürekli farklı rotalar çiziyor. Şehir onları itip kakıyor. Diğer insanlar, şehirle bir olmuş, sürüklüyorlar onları. Her an başka bir tehdit altındalar. Sesler sarmalıyor hepsini. Kâh rahatsız edici bir kakafoni, kâh büyüleyici bir sükunet. Kâh bir gürültü yumağı, kâh bir müzik.

Ama aslında şehir de onlar, diğer insanlar da. Yani aslında ne kendilerinden başka bir şehir var, ne de kendilerinden başka diğer insanlar. Var olan sadece onlar. Yüzlerce, binlerce kendileri. Endişe dolu bir sevgi hikâyesi bu.

(Basın bülteninden)

*Bu söyleşi, 26 Ocak 2024 tarihinde Argonotlar.com‘da yayınlanmıştır.

“Çok sağlam metin, oyunculuk, dans ve sesten oluşturulan sıra dışı gösterinin en büyük gücü, farklı disiplinlerin kusursuz bir uyumla benzersiz bir bütünlüğe ulaşması. Bu bağlamda yılın en önde gelen tiyatro olaylarından biri, hatta en önemlisi.”

Erdoğan Mitrani*

Yazar, yönetmen, oyuncu, dramaturg Kerem Kurdoğlu ile, neredeyse tüm oyunlarının dekor ve kostümlerini tasarlamış, kimi oyunlarını birlikte tasarlayıp yöneten, kimini tek başına uyarlayıp sahneleyen Naz Erayda’yı ilk kez 1990’ların başlarında, Tarlabaşı Bulvarında değişik topluluklara açılmış eski manastırın bir salonunda kurdukları Kumpanya ile tanıdım. Otuz yıl önce hayranlıkla izlediğim nefes kesici ‘Fayton Soruşturması’nın çağının çok ötesinde, geleceğin tiyatrosu olduğunu düşünmüştüm. Topluluk, ‘Canlanan Mekân’(1994), ‘Kim O’ (1995), ‘Haritadan Naklen Yayın’ (1996), ‘Everest My Lord’ (1997), ‘Vınnlamanın Binbir Yolu’ (1998), ‘Sahte Kimlikler 5’ (2000) ve ‘Yine Ne Oldu’ (2002) ile görme ve algılama biçimlerini tersyüz eden benzersiz öncü işler yapmayı sürdürdü.

Kumpanya, mekânın 2006’da kapanmasıyla tiyatroya bir süre ara verdi. Post-Prodüksiyon Stüdyosu ABT’nin yöneticisi, görsel efekt ve post prodüksiyon süpervizörü Kerem Kurdoğlu başarılı bir kariyerin paralelinde, Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı.  Artık eşi olan Naz Erayda, Türk Sinemasının önde gelen sanat yönetmenlerinden biri oldu, çok sayıda üniversitede eğitmenlik yaptı ve atölyeler yönetti. Ama, tiyatro tutkusu ikisinin de peşini bırakmadı.

2008’de Kurdoğlu, Kafka’nın Dava’sını, bildik anlamda “Kafkaesk” olarak değil, cilalı bir eğlence dünyasının sarıp sarmaladığı yükseklerden dibe yuvarlanma öyküsü olarak yeniden yazarak ‘İstanbul’da Bir Dava’ adıyla yönetti. Müziğin, koreografinin, görselliğin ön plana geçtiği bu müthiş etkileyici yorumu, beklenmedik biçemine karşın, metnin özüne müthiş sadık bir çalışmaydı.

2019’un sonlarında Kurdoğlu, Boğaziçi Üniversitesinde 1980’lerde tiyatro yaptığı arkadaşlarıyla bir araya gelerek, ‘Kel Şarkıcı’ya çağcıl ve heyecan verici bir yorum getirdi.

Artık tiyatrodan uzak kalma süreci bitmişti, pandeminin hemen ardından Kurdoğlu, ünlü Shakespeare karakterlerini çağımızın gözünden yorumlayan bir üçleme yazmaya girişti. Tek kişilik oyunlardan oluşan üçlemenin ilk oyunu, prömiyerini 26. Tiyatro Festivali’nde yapan ‘III. Richard: Niçin Yaptım’, Richard’ın tutkuyla bağlı olunan bir hedef varsa, uğrunda kötülüğe başvurmanın sorun olmadığını, hatta kötülüğün arsızca kullanılabileceğini ve kullanılması gerektiğini savunduğu hınzır bir kara güldürüydü. Mehmet Birkiye’nin yönettiği oyun, Afife Jale ödüllerinde Hakan Gerçek’e En İyi Erkek Oyuncu ödülü getirdi. Üçlemenin diğer ikisini heyecanla beklerken bu kez Kundura Sahne ilk yapımı ‘Geçen Gün’le, Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nu yeniden aynı projede buluşturdu.

Bu yazının konusu, Kurdoğlu’nun yazdığı ve Erayda ile birlikte yönettiği hibrit performans ‘Geçen Gün’. Böylesine uzun bir girişin amacı, İstanbul’da 15-16 yıl önce başlattıkları Rönesans’la, hâlen tiyatronun hasını yapmayı sürdüren tüm genç tiyatrocularının yolunu açan gerçek öncünün, Kerem’le Naz’ın Kumpanya’sı olduğunu anımsatmak, bilmeyenleri de bilgilendirmek.

Bir şehrin ve iki kişinin iç içe geçmiş çok sayıda, ama aslında hepsi aynı hikâyesi olan

‘Geçen Gün’ tiyatronun bildik kalıplarını kıran, anlatımı farklı biçem ve katmanlarda aktaran, iki oyuncunun performansını şaşırtıcı müzik ve ses düzeniyle, dans tiyatrosuna yakın koreografik hareket tasarımıyla harmanlayan bir çalışma.

Kerem Kurdoğlu ve Serkan Aka, boş bir sahnede, ekibin devamlı yerlerini ve mesafelerini değiştirdiği iki metal merdiven ve ince uzun iki metal platformla, inişleri, çıkışları, yokuşları, genişleyen ve daralan yolarıyla İstanbul’u başarıyla oluşturmuşlar. Oyunun belki de en önemli karakteri olan İstanbul’un, oyuncuları sarıp sarmalayan, alçalıp yükselen, kimi zaman nerdeyse sessizliğe dönüşse bile hiç susmayan sesini, arka planda yer alan Tophane Noise Bandvar ediyor. Selim Cizdan, Serkan Aka, Ufuk Fakıoğlu, Mihran Tomasyan’dan oluşan topluluk, başta Tophane’nin, genelde şehrin atıklarından gerek bulduğu gerekse yılmadan depoladığı malzemelerle ürettiği enstrümanlarla benzersiz bir ‘müzik’ yaparak, kentin sesini bir ‘gürültü senfonisine’ dönüştürüyor.

Esme Madra ile Ozan Çelik, müthiş şiirsel metni, aralarında paylaşarak, kimi zaman birer solo, kimi zaman birinin başladığını diğerinin tamamladığı bir kanon, kimi zaman bir koral olarak seslendirirken, bazen hareket ediyorlar, bazen hareketsiz konuşuyorlar, bazen de konuşmasız bir hareket serisi metnin akışını kesiyor. Uygulayıcı yapımcı Çıplak Ayaklar Stüdyosu’ndan Maral Ceranoğlu ile Mihran Tomasyan’ın hareket tasarımı hem iki oyuncunun hem başa çıkmaya çabaladıkları şehrin devinimlerini düzenliyor. Oyun başlarken bir ‘master of ceremonies’ olarak sahneye giren Tomasyan, ses ekibini de şehrin kalabalıklarına dönüştürüyor.

2003’te kurulan Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın, kendi dilini oluşturarak henüz adı bile konmamışken dans tiyatrosunun hasını yaptığını, alanına amatör ve profesyonel çok sayıda dansçı kazandırdığını da hatırlatayım.

Çok sağlam metin, oyunculuk, dans ve sesten oluşturulan sıra dışı gösterinin en büyük gücü, farklı disiplinlerin kusursuz bir uyumla benzersiz bir bütünlüğe ulaşması. Bu bağlamda yılın en önde gelen tiyatro olaylarından biri, hatta en önemlisi. 13, 14, 27, 28 Ocak ve sezon boyunca Kundura Sahne’de. Mutlaka izlenmeli.

*Bu yazı 10 Ocak 2024 tarihli Şalom gazetesinde yayımlanmıştır.

“Geçen Gün”ün yönetmenleri Naz Erayda ve Kerem Kurduoğlu, EkoTürk TV’de…

Yönetmen: Serpil Boydak / Röportaj: Nevra Taşlıdan / Kamera:İrfan Yaran / Montaj: Ecem Kalay – Furkan Kadir Çam

Kundura Sahne’nin yapımcılığında hazırlanan “Geçen Gün”, seyircisiyle ilk kez 8 Aralık Cuma akşamı saat 21:00’de Kundura Sahne’de buluşuyor. “Everest My Lord”, “Vınnlamanın Binbir Yolu”, “Kim O” gibi görme ve algılama biçimini tersyüz etmiş öncü işlerle tanıdığımız Kumpanya’nın yaratıcıları Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nu yeniden aynı projede buluşturan oyun, 9 ve 10 Aralık tarihlerinde tekrar gösterimlerini yapacak.

Endişe dolu bir sevgi hikAyesi

Kerem Kurdoğlu’nun yazdığı, Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nun birlikte yönettikleri oyun, gündelik paranoya hallerimiz üzerine, ses, söz ve hareket parçalarından oluşan bir şehir hikâyesi anlatıyor. Şehir ile iki kişi arasında geçen ve “endişe dolu bir sevgi hikâyesi”ne yön çizen oyunda; “Çoğunluk”, “Nefesim Kesilene Kadar”, “Rüzgarda Salınan Nilüfer” filmleriyle tanıdığımız oyuncu, yönetmen Esme Madra ile “Sivas”, “Cemil Şov”, “Karanlık Gece” filmlerinin oyuncusu Ozan Çelik rol alıyor. Oyunda ayrıca, şehir atıklarından ürettikleri enstrümanları ve özgün performanslarıyla son yılların en dikkat çeken müzik gruplarından Tophane Noise Band de, müzik ve sesle ikiliye eşlik ediyorlar.

Kundura Sahne’nin yapımcılığında ve Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nun uygulayıcı yapımcılığında hazırlanan oyunun hareket tasarımını Maral Ceranoğlu ile Mihran Tomasyan, ışık tasarımını Utku Kara, ses uygulamasını da Defne Gül ile Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap yaptı. Afiş tasarımında Maya Kurdoğlu’nun imzası bulunan oyun, 8, 9 ve 10 Aralık tarihlerinde Kundura Sahne’de izlenebilir.