Bir Yaz Gecesi Festivali

Hayranları arasında Akira Kurosawa, Martin Scorsese, Roman Polanski gibi yönetmenlerin de bulunduğu 1960 yapımı gerilim klasiği “Kızgın Güneş” (Plein Soleil, 1960), restore kopyasıyla Bir Yaz Gecesi Festivali’nde. Edebiyat tarihinin en rahatsız edici karakterlerinden biri olan Tom Ripley’e Alain Delon’un hayat verdiği filmi mercek altına aldık.

KUNDURA BLOG | MERCEK

https://www.youtube.com/watch?v=tWnvLNTzt-k

DİKEN ÜSTÜNDE TUTAN GERİLİM

Çağdaş polisiye edebiyatın kraliçesi Patricia Highsmith’in “The Talented Mr. Ripley” (Yetenekli Bay Ripley, Can Yayınları) adlı romanından uyarlanan “Kızgın Güneş”, zekice kurgusu ve sürprizlerle dolu senaryosuyla seyirciyi diken üstünde tutan bir gerilim klasiği. 

Fransa ve İtalya ortak yapımı olan film, “The Battle of the Rails” (1946), “Forbidden Games” (1952), “Gervaise” (1956), “Paris Burning” (1966) gibi klasiklerin de yaratıcısı Fransız yönetmen René Clément’in imzasını taşıyor. Senaryosunu, “Les biches” filmiyle de tanıdığımız Paul Gégauff ile birlikte yazan Clément, romanının ürkütücü atmosferini ustalıkla perdeye aktarıyor.

Alain Delon – Plein Soleil, 1960

SUÇ, KISKANÇLIK, İHANET

Alain Delon’un baştan çıkarıcı performansıyla da kültleşen film, hırslı ve kurnaz bir genç olan Tom Ripley’i odağına alıyor. Amerikalı varlıklı bir aile tarafından görevlendirilen Ripley, İtalya’da gününü gün eden hovarda oğulları Dickie’yi evine dönmesi için ikna edecektir. Entrikalarla yakınlaştığı bu genç adamın bolluk içindeki hayatını gıptayla izleyen Ripley, takıntılı bir arzuyla Dickie olmak isteyecek ve bunun için bir sonraki adıma geçmekten çekinmeyecektir. 

Tom, yalanlar, entrikalar ve tehlikeli durumlarla dolu bir dünyada ilerlerken izleyiciyi de gerilim dolu bir yolculuğa çıkıyor. Film, suç, kıskançlık, ihanet ve kimlik değiştirme gibi temaların etrafında dolaşırken; suçun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ve bir kişinin ne kadar ileri gidebileceğini sorgulayan etkileyici bir karakter çalışması da sunuyor.

Alain Delon – Plein Soleil, 1960

25 YAŞINDA BİR DELON

60’lar ve 70’lerin seks sembollerinden Alain Delon, filmde henüz 25 yaşında ve Ripley performansıyla kariyerinin ilk büyük çıkışını yakaladı. Edebiyat tarihinin en rahatsız edici karakterlerinden birine getirdiği derinlik, sonrasında Ripley’i canlandıracak Dennis Hopper, John Malkovich ve Matt Damon gibi aktörlere de ilhâm oldu.

Alain Delon ve Marie Laforêt – Plein Soleil, 1960

İLK FİLMİ

Dönemin popüler Fransız şarkıcılarından Marie Laforêt, sinema kariyerini başlatan filmde Marge Duval’ı canlandırıyor. 1960’lı yıllarda şöhretinin zirvesinde olan ve özellikle “Ivan, Boris et moi”, “Mon amour, mon ami”, “Manchester et Liverpool” gibi şarkılarıyla da hatırlanan Laforêt, filmin elde ettiği başarıyla sinema kariyerini 90’ların sonuna dek sürdürdü.

Alain Delon – Plein Soleil, 1960

ELEŞTİRMENLERİN YILDIZI

1962’de Mystery Writers of America tarafından En İyi Yabancı Film Senaryosu dalında Edgar Ödülü kazanan film, eleştirmenler tarafından da övgüyle karşılandı. Roger Ebert, üç yıldız verdiği “Kızgın Güneş” için, “Patricia Highsmith’in romanının gerilimini ustalıkla yansıtan büyüleyici bir film yapmış” yorumunda bulunurken; Peter Travers de, “Hem görsel hem de anlatısal olarak şaşırtıcı. Gerilimi sürekli artırırken, güzel İtalyan sahneleriyle de büyülüyor” demişti. James Berardinelli, Tüm Zamanların En İyi 100 Filmi listesine dahil ettiği filme dört yıldız vermiş ve “uzman kamera çalışması ve keskin yönetimi” için René Clément’i övmüştü.

Eleştirmenlerin ortaklaştığı bir diğer nokta Alain Delon’un genç yaşında gösterdiği ustalıklı performanstı. Newsweek’ten David Ansen, Delon’u “karizmatik ve rahatsız edici” sözleriyle nitelerken, The New York Times’tan Vincent Canby de aktöre “çarpıcı ve manyetik” ifadelerini uygun bulmuştu. 

Marie Laforêt ve Alain Delon – Plein Soleil, 1960

‘DOLCE VİTA’ İTALYA SAHNELERİ

Filmin Henri Decaë’nin elinden çıkma görüntüleri ise ayrıca muazzamdır. Güneşli ve ‘dolce vita’ İtalya sahneleriyle başlayıp, klostrofobik ve gerilim dolu anlara evrilen görüntü yönetimi, romanın atmosferini başarıyla perdeye taşır. Kullanılan renkler, ışıklandırma ve gölgeler, sahnelerin duygusal ve gerilim dolu hislerini etkili bir şekilde vurgular. Bütün bunlara César ödüllü Françoise Javet imzalı zekice kurgusu da eklenince “Kızgın Güneş”, gerilim türünün sarsılmaz klasiklerinden birine dönüşüyor. 

https://www.youtube.com/watch?v=7I6sE_fwNnM

NİNO ROTA MÜZİĞİ

“Kızgın Güneş”i unutulmaz kılan bir diğer unsur da, Nino Rota’nın duygusal tonu artıran müzikleridir hiç kuşkusuz. Fellini filmlerinde olduğu kadar sıklıkla duymasak da Rota’nın sessizce, fark edilmeden dahil olan müziği filmin ürkütücülüğünü artırır.

John Malkovich – Ripley’s Game, 2022

RIPLEY AKTÖRLERİ

Ripley, Delon’dan sonra dört farklı aktör tarafından daha canlandırıldı. Üçüncü roman “Ripley’nin Oyunu” (Ripley’s Game), Wim Wenders’ın neo-noir yorumuyla 1977’de “Amerikalı Arkadaş” (The American Friend) adıyla uyarlanırken, 2022’de Liliana Cavani’nin “Ripley’in Cinayetleri” (Ripley’s Game, 2022) filmine kaynak olur. Ripley’i ilkinde Dennis Hopper, 2022’de de John Malkovich oynar. 

Matt Damon ve Jude Law – The Talented Mr. Ripley, 1999

1999 yılında İngiliz yönetmen Anthony Minghella’nın ilk romandan uyarlanan ve “Kızgın Güneş” ile karşılaştırılan filmi “Yetenekli Bay Ripley”de (The Talented Mr. Ripley), Ripley’i Matt Damon, Dickie’yi Jude Law, Marge rolünü de Gwyneth Paltrow canlandırır. 

İkinci romana dayanan ve Barry Pepper’ın Ripley’i oynadığı 2005 yapımı “Ripley Yeraltında” (Ripley Under Ground), şimdilik sinemanın son Ripley uyarlamasıdır.

Sinema eleştirmeni Nandini Ramnath, scroll.in için yazdığı yazıda, Ripley aktörlerini karşılaştırır ve “Damon ve Hopper, Tom Ripley’in acımasızlığını ve hırsını yansıtmada başarılı olsa da, Delon, onun büyüleyiciliğini zahmetsizce yakalıyor” diye yazmıştır.

Patricia Highsmith

HIGHSMITH İÇİN “KIZGIN GÜNEŞ”

Patricia Highsmith’e gelince… Onun filmin hakkındaki düşünceleri karışıktı. Alain Delon’u Tom Ripley rolünde “mükemmel” olarak değerlendiren yazar, filmi genel olarak “göz için çok güzel ve zihin için ilginç” olarak tanımlamıştı.

Plein Soleil’in restore kopyası için Le Monde’da yayımlanmış gazete ilanı

RESTORE KOPYA İLK KEZ CANNES’DA

Film, 2012 yılında StudioCanal’ın Immagine Ritrovata laboratuvarına verdiği fonla restore edildi ve restore kopyası ilk kez 2013 Cannes Film Festivali’nde Onur Konuğu olan Alain Delon’un kariyerine saygı amacıyla gösterildi.

Bugün bile sıkı bir hayran kitlesine sahip film, Akira Kurosawa, Billy Wilder, Roman Polanski, Martin Scorsese gibi yönetmenlerin favori filmler listesinde yer alıyor. Polanski, 1962’de çektiği ilk uzun filmi “The Knife in the Water”da “Kızgın Güneş” ten etkilendiğini söylerken, Martin Scorsese de filmin restorasyonuna maddi destekte bulundu. 

ROMY SÜRPRİZİ

Ve finali, filmin hoş sürprizi, Romy Schneider‘in kısacık da olsa göründüğü sahneyle yapalım.


 

7 Ağustos Pazar akşamı Bir Yaz Gecesi Festivali’nde restore kopyasıyla izleyebileceğiniz “Kızgın Güneş” için detaylar ve biletler buradaki linkte.

Sinemanın ilk uluslararası yıldızı ve slapstick komedinin unutulmaz Fransız aktörü Max Linder’ın son filmi de olan “Sirkin Kralı” (King of the Circus, 1924), kapsamlı restore kopyasıyla Bir Yaz Gecesi Festivali’nde. Islandman’in canlı performansı eşliğinde gösterilecek film, Charlie Chaplin’in dört yıl sonra çekeceği komedi klasiği “The Circus”un da öncülü sayılıyor.

KUNDURA BLOG | ÇEVİRİ
Max Linder – King of the Circus, 1924

Pamela Hutchinsonsilentfilm.org*

Max Linder, intiharından önce tamamladığı “Sirkin Kralı”nda (King of the Circus), çocukluk hayalini gerçekleştiriyor. Çok küçük yaşlarından beri, ailesinin işini devralarak bağcılık yapması bekleniyordu ondan. Yıllar sonra, “Benim için hiçbir şey, üzüm bağlarıyla dolu bir hayat fikrinden daha üzücü olamazdı” diye yazacaktı. Onun hayâl gücünü harekete geçiren şey, performansın heyecanıydı. Şehre nadiren uğrayan büyük çadırlı sirklere ve gezici tiyatro topluluklarına bayılıyordu. Özellikle yıllık festivaldeki korkunç Grand Guignol gösterilerini çok seviyordu. Ve sonunda Linder, 40 yaşında ve Avusturya’daki bir film stüdyosunda, evden kaçıp bir sirke katılma fırsatını yakaladı.

“Sirkin Kralı”nın çekimleri Aralık 1923’te Avusturya’nın başkenti Viyana’daki Vita-Film stüdyolarında başladı. Filmde Linder, trapez sanatçısına aşık bir genç aristokratı canlandırıyor, ancak onunla evlenme şansını elde edebilmek için sirk becerilerinde ustalaşması gerekiyor. Kalabalıkları kahramanca bir gösteriyle etkileyebilmek için karmaşık bir hile planlar, ancak son dakikada durumlar gerçekten bunu yapmasını gerektirir.

Charlie Chaplin ve Max Linder birlikte, 1910’lar (Fotoğraf: Gamma-Keystone via Getty Images)

Bu noktada Charlie Chaplin’in daha sonra çekeceği filmi “The Circus” (1928) ile karşılaştırmalar kaçınılmazdır – Linder’ın sarhoş kontunu Little Tramp ile değiştirin, hikâyelerde birçok ortak nokta olduğunu göreceksiniz. Ancak, filmler ton ve eylem açısından birbirinden çok farklıdır. Bu iki büyük çadır filmi arasında karşılaştırma yapılması gereken nokta, sahne arkası çekişmeler ve çekim sürecinde yaşanan gecikmelerdi. Chaplin’in filmi, oldukça karmaşık ve kamuoyunda tartışılan bir boşanmaya odaklanırken, Linder’ın sıkıntıları daha karanlık bir kaderin habercisiydi.

Max Linder ve Hélène “Ninette” Peters, 1923

Linder, yaz aylarında Hélène “Ninette” Peters ile evlendi ve çift çekim için Viyana’ya gelmeden önce Ninette hamileydi. Bu haber, Linder’ın kıskançlık nöbetlerini yatıştırmış gibi görünse de, ilişkileri de stüdyoda işler de yolunda gitmiyordu. Ocak 1924’ün sonlarına doğru bir yerel gazete, filmin henüz tek bir sahnesinin bile çekilmediğini yazdı ve gecikmelerin nedeninin Linder’ın kaldığı daireyi beğenmemesi ve beklediğinden bir derece soğuk olan stüdyoda çalışmayı reddetmesi olduğunu yazdı -ki bu, bir önceki yıl yaşadığı kazadan kaynaklanan bir zorunluluk da olabilirdi. Bir başka somut gerekçe de, asıl yönetmenin kalp krizi geçirerek Paris’e dönmesi ve yerine Édouard-Émile Violet’in getirilmesiydi. Ayrıca, başrol oyuncusu Vilma Bánky’nin kollarının spazm geçirene kadar birden çok tekrar için zorlandığını anlatan bir rapor da vardı. Söz konusu muhabir, Linder’ın filmi geciktirmek için “hile”ye başvurduğu yorumunu geri almak zorunda kalacaktı, ancak yaklaşan daha ciddi sorunlar vardı.

23 Şubat 1924’te basın, Max ve Ninette’nin aşırı barbitürat alarak intihar girişiminde bulunduklarını yazdı. Her iki taraf da tedavi için yerel bir sanatoryuma götürülerek hayatta kalabilmişlerdi ve polis, olayın rapor edilmesine gerek bile duymadı. Yirmi ay sonra çift, benzer şekilde intihara kalkıştı ve bebek yaştaki kızları Maud’yi yetim bıraktılar.

Max Linder – King of the Circus, 1924

İşte bu yüzden “Sirkin Kralı”, Linder’ın tamamlanmış son uzun metrajlı filmidir. Önceki filmi biraz farklıydı. Abel Gance tarafından yönetilen “Au Secours!” (1924), birçok açıdan alışılmadık bir yapıya sahiptir, en azından tam anlamıyla bir komedi filmi değildir. Bu iki makaralık film, temel olarak korku filmi öğeleriyle birlikte bazı komik ve ürpertici unsurları içeren bir yapıya sahiptir. Filmde Linder, gece 11’den gece yarısına kadar hayaletli bir evde kalabileceği bir bahse girerken, yeni evli bir karakteri canlandırır. Ayrıca, Linder’ın Hollywood’daki ikinci ve biraz hayal kırıklığı yaratan çıkışının ardından Fransa’ya geri dönüş yapmayı seçtiği bir projedir de.

“Sirkin Kralı” ise daha uzun olup  daha anlaşılır bir senaryo vaat eden ve bunu başaran bir filmdir. Linder’ın ünlü “Max” karakterine bürünebilmesine ve slapstick becerilerini sergileyebilmesine bolca fırsat sunar. Linder, himâyesi altında olduğu otoriter amcasının “umutsuz yeğeni” olan playboy aristokrat Comte de Pompadour’u canlandırıyor. Genç kont, bir evlilik yapması konusunda ısrar eden amcasına karşı çıkar ve bir partiye kaçabilmek için ona hile yapar, bu da bizi ilk uzun komedi bölümümüze götürürken, Linder bir gece kulübünde kargaşa çıkarır. Şakalar genellikle Pompadour’un zararınadır. Otel odasından ayrılmadan önce bile yemek ceketinin içine takılmış bir askıyla başı beladadır ve sahne sonunda aynı ceketin üzerinde asılı durduğu bir askıdan kayarak sahneden ayrılır. İma açıktır; Linder bu filmde zarif bir beyefendiyi oynamayacaktır.

Max Linder – King of the Circus, 1924

Gecenin sonunda Linder, çok sarhoş ve yönünü kaybetmiş bir adam olarak yatağa girmeye çalışır veya şapkasını asmayı beceremediği çok komik bir rutine girer. Pompadour için final şakası, başından beri içinde olduğumuz bir şakadır -o bir yatak odasında değil, mobilya mağazasının vitrinindedir. Pompadour, sarhoşlukla uyanır ve bir kalabalığın camın diğer tarafında ona hor gözle baktığını görür. Neyse ki, küçük düşme anı kısa sürer çünkü kont durumunun farkında olamayacak kadar sarhoştur. Bu sahneyle birlikte, Linder’ın izleyici önünde olmak veya onların bir parçasına dönüşmek konusundaki rahatsızlığı bir tema olarak çıkar karşımıza.

Kontun trapez sanatçısı Ketty ile tanışma sahnesi, Linder’ın karanlık şakalarından biridir -ve o bununla tanınırdı. Amcasının seçtiği üç potansiyel gelin arasında seçim yapmakta zorlanan Pompadour, tabancasıyla üçünün fotoğraflarına ateş edecek ve vurduğu fotoğraftaki kişi eşi olacaktır. Bunun yerine, oradan geçmekte olan Ketty’e ateş eder ve kurşun genç kadının kolunu sıyırır. Pompadour’un romantik misyonu belirlendiğinde film, daha konvansiyonel bir komedi moduna geçer. Komik anlar arasında; Pompadour’un sirkte kalabalığın arasında yaşadığı çekingenlik, pire sirkinin yanlış yönetimi (izleyici üzerinde yanlışlıkla bir intikam eylemi?), baş belası bir palyaço sürüsüyle karşılaşması ve en iyisi de, otel odasında uydurduğu sirk eğitim kampı yer alır.

Max Linder – King of the Circus, 1924

Bu sonuncusu, bir ip, dengesiz duran mobilyalar, bir basamak ve uzun boylu hizmetkârının hünerli yardımından oluşur. Her hareket yüksek risk taşıyor gibi görünüp aldatıcı bir yetenekle gerçekleştirilir. Bu tamamen bir palyaçoluktur, tabii seyirci olmadan. Pompadour’un son numarasını gerçekleştirdiği yer ise perde arkasıdır – aslanı “yenerek”, sirk ustasının saygısını kazanır ve hayallerindeki kızı etkilemek için gerekli cesareti bulur. Seyirciler tarafından alkışlarla karşılanarak ışıklar altında eğilecek ve sonunda seyircilerin kesin bir şekilde yanında olduğunu hissedecektir.

Vilma Bánky ve Max Linder – King of the Circus (1924)

Ama film sessizlikle sona erer. Sirk pistinde başbaşa kalan sevgililer, birbirlerine dalmış bir şekilde otururken ve testere talaşı parmaklarından akarken, seyircilerin ayrıldığından bile habersizdirler. Film, Max’in zafer anından sonra, flört etme ve düğünün ardından hayatın devam etmesi gerektiğini, iki insanın özel olarak birlikte zaman geçirerek ilerlemesi gerektiğini söylemektedir. Bu final sahnesinde, film için, Linder’ın sinema kariyeri için ve -geçmişin kuşkulu faydasıyla- evliliği için, bir ânı düşünme fırsatı veren bir hüzün vardır. Bu, sessiz sinemada slapstick’in krallarından birinin, bir saatlik elastik komedisinin ardından gelen beklenmedik bir derin nefestir.

Bu yazı silentfilm.org‘da yayınlanmıştır.

“Sirkin Kralı”, 13 Ağustos Pazar akşamı Bir Yaz Gecesi Festivali’nde restore kopyasıyla ve Islandman’in canlı performansı eşliğinde gösterilecek. Caz efsanesi Okay Temiz’in de konuk sanatçı olacağı gösterimin biletleri için buradaki linke tıklayınız.

Gerçeklik ile fantezinin birbirine karıştığı Federico Fellini başyapıtı ““, sinemanın özgürlüğüne ve yaratıcılığın sınırsızlığına yazılmış bir aşk mektubu adeta. Marcello Mastroianni, Claudia Cardinale gibi ikonik oyuncuları, Nino Rotanın usta işi müzikleri ve benzersiz tasarımıyla 60 yıldır ışıltısını koruyan bu eşsiz klasik, 5 Ağustos‘ta restore edilmiş kopyasıyla Bir Yaz Gecesi Festivali‘nde.

KUNDURA BLOG | MERCEK

https://www.youtube.com/watch?v=6TsElhgMeXE

İLHAM PERİSİNİN PEŞİNDE BİR YÖNETMEN

Fellini’nin hayatından esinler taşıyan ve en kişisel filmi sayılan “8½”, ilhâm perisini yitirmiş dünyaca ünlü yönetmen Guido Anselmi’nin peşinde rüyalarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Yeni filmini tamamlamakta sıkıntılar yaşayan Anselmi, bir yandan çevresindeki insanların beklentileriyle başa çıkmaya çalışırken, bir yandan da gerçeklik, anılar ve fanteziler arasında dolaşıyor.

Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı Guido, Fellini’nin temsili aslında ve onun yönetmenlik kariyerindeki zorluklarla mücadele edişinin bir hikâyesi olarak da okumalara izin veriyor.

FELLINI’NIN FİLMOGRAFİSİNDE 8,5. SIRADA

“8½”, aslında Fellini’nin dokuzuncu filmi. Filmin ismi de, Fellini’nin daha önceki çalışmalarını, uzun metrajlı ve kısa filmleriyle birlikte topladığı ve hesaplamalarının karıştığı bir noktaya işaret ediyor.

Sandra Milo ve Marcello Mastroianni (8½, 1963)

Zaman ve mekanın akışını manipüle ediyor

“8½”, dönemin geleneksel film yapısını sorgulayan ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının sınırlarını zorlayan bir deneysellik taşıyor. Fellini, gerçeklik ve hayal dünyası arasında geçişler yaparak, zaman ve mekanın akışını manipüle ediyor ve seyirciyi kendine özgü bir deneyime davet ediyor.

Federico Fellini ve Marcello Mastroianni, 8½’un setinde, 1963.

PARILDAYAN OYUNCULUKLAR

“8½”, oyuncularıyla da parıldayan bir sinema şöleni. Marcello Mastroianni, Guido rolünde en ikonik performanslarından birini sunuyor. Kusursuz oyunculuk becerisi ve karizmatik duruşuyla Mastroianni, karakterinin sanatsal krizlerini ve kişisel hayatındaki zorlukları ustalıkla yansıtıyor.  

Sinemanın efsanelerinden Claudia Cardinale ise Claudia rolüyle, filmin cazibesini artıran bir varlık olarak öne çıkıyor. Oyuncunun güzelliği, zarafeti ve karizması, karakterin sırrını ve çekiciliğini başarıyla yansıtıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=W4_lhVhiPRE

UNUTULMAZ MÜZİKLER

Filmin müziklerinde usta İtalyan besteci Nino Rota’nın imzası bulunuyor. Fellini’nin ilk solo yönetmenliği “Lo sceicco bianco”dan (The White Sheik, 1952) başlayarak çok sayıda Fellini filmini bestelemiş Rota, izleyiciyi karakterlerin dünyasına taşıyan bir ses manzarası yaratıyor. Müzikal çeşitlilik açısından da zengin olan “8½”, caz, tango, klasik ve operatik parçalar gibi birçok farklı müzik tarzını bir araya getiriyor. Filmin açılışında duyulan “La Passerella di Otto e Mezzo” ve önemli dönüm noktalarında kullanılan “La Passerella di Addio” adlı tema müzikleri özellikle unutulmaz.

Marcello Mastroianni (8½, 1963)

OSCARLI KOSTÜMLER

Filmin Piero Gherardi’ye ait sanat yönetimi ve kostüm tasarımları, Fellini’nin vizyonunu tamamlayan çarpıcı ve göz alıcı görsel unsurlarının etkileyici bir parçası. “La Dolce Vita” (1960) ile ikinci Oscar’ını yine bir Fellini filmiyle kazanan Gherardi, yönetmenin ilk filmi de olan “Luci del varietà”dan (1950) başlayarak “La Strada” (1954), “Nights of Cabiria” (1957), “Amarcord” (1973) gibi Fellini klasiklerini de tasarlamıştı. 

Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını alan Federico Fellini, ödülü takdim eden oyuncu Julie Andrews ile birlikte, 1964.

Cannes’DAN ödüllü

1963 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan film, Akademi Ödülleri’nde de Siyah-Beyaz Film Dalında En İyi Kostüm Tasarımı ve Yabancı Dilde En İyi Film ödüllerini kazandı. İtalyan Sinema Yazarları Derneği Ödülleri’nde En İyi Yönetmen, En İyi Yapımcı, En İyi Senaryo, En İyi Orijinal Hikâye, En İyi Müzik, En İyi Görüntü Yönetimi dalındaki ödülleri toplayan film ayrıca, BAFTA Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film  seçildi. 

ELEŞTİRMENLERCE “SİNEMA ŞAHESERİ”

“8½”, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı filmlerin başında geliyor. Ünlü eleştirmen Roger Ebert, filmi ‘sanatın büyüleyici gücüyle dolu’ diye tarif etmiş, Fellini’yi de “Yaratıcılığın derinliklerine dalıyor ve bir sinema şaheseri yaratıyor” sözleriyle övmüştü. Rolling Stone’dan Peter Travers, “Fellini’nin yönetmenlik becerisi, hayal gücüyle birleşerek bu filmde zirveye çıkıyor. Görsel bir şölen ve düşünsel bir yolculuk sunuyor” derken; bir diğer ünlü eleştirmen Pauline Kael de The New Yorker’daki yazısında şunları söylemişti: “8½, sinemada yaratıcılığın doruklarından biri. Fellini’nin derinlikli karakter çalışmaları ve görsel estetiği, sinema sanatının sınırlarını zorluyor.”

https://www.youtube.com/watch?v=WCDX1j0jMZA

YÖNETMENLERE İLHAM OLDU

“8½”, birçok yönetmeni de derinden etkiledi. “All That Jazz” (1979), “Synecdoche, New York” (2008), “The Science of Sleep” (2006), “I’m Not There” (2007) ve “Holy Motors” (2012), ilhâm olduğu filmlerden sadece birkaçı.

Federico Fellini ve Marcello Mastroianni, 8½’un setinde, 1963.

TÜM ZAMANLARIN EN İYİLERİNDEN

Avangart ve önemli etkiler bırakmış bir klasik olarak kabul edilen film, BFI’ın 2002’de düzenlediği ve yönetmenlerce seçilen “Tüm Zamanların En İyi 50 Filmi” listesinde üç numarada kendine yer buldu. Sıklıkla gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında gösterilen film aynı zamanda, Vatikan’ın sinemanın 100. yılı olarak kabul edilen 1995’te derlediği “Tüm Zamanların En İyi 45 Filmi” listesine dahil edildi.

https://www.youtube.com/watch?v=RmIC9pQ80Fk

5 Ağustos Cumartesi akşamı Bir Yaz Gecesi Festivali’nde izleyebileceğiniz film ile ilgili detaylar ve biletler için buradaki linke tıklayınız.

Cannes’dan Altın Palmiye ödüllü Fellini başyapıtı “Tatlı Hayat” (La Dolce Vita, 1960), izleyici ve eleştirmenlerin de ortaklaştığı bir gerçekle, “Yalnızca bir film değil, gerçek bir sanat eseri”. Çekim teknikleri, rüya sekansları ve sıradışı karakterleriyle sinema sanatının sınırlarını zorlayan film, restore edilmiş kopyasıyla 4 ve 20 Ağustos tarihlerinde Bir Yaz Gecesi Festivali’nde gösteriliyor.

KUNDURA BLOG | MERCEK

1960’lar Roma’sında 7 gün 7 gece

Federico Fellini’nin karakteristik büyülü gerçekçilik tarzının unutulmaz bir örneği olan “Tatlı Hayat”, Romalı gazeteci Marcello Rubini’nin peşinde şehrin gece hayatında 7 gün  süren bir yolculuğa çıkarır. Sanatçılar, aristokratlar, gazeteciler, mankenler ve seks işçileri gibi farklı hayatlardan insanlarla karşılaşan Marcello, bir süre sonra hem kendi değerlerini hem de insan doğasının karmaşıklığını sorgulamaya başlar. 

Marcello Mastroianni (La Dolce Vita, 1960)

CESUR BAKIŞ

“La Dolce Vita” terimi, İtalyanca’da ‘tatlı hayat’ anlamına geliyor ve İtalya’da 1950’lerin ortalarında ortaya çıkan bir yaşam tarzını ifade ediyor. Roma gece hayatında ve hedonist tutkularda yolculuğa çıkaran film, modern toplumun yozlaşmışlığını ve boşluğunu eleştirirken, medya ve sanat dünyasına da sözünü esirgemiyor. 

1960’lar İtalyasının sosyal ve ahlaki değişimini cesur bir bakışla yakalayan Fellini, uzun takip planları, çarpıcı kompozisyonları ve yaratıcı kurgusuyla, sinemada yeni bir estetik anlayışın ve deneysel yaklaşımın habercisi de olur. Film, görsel zenginlik, etkileyici sahneler ve sembolik anlatımı birleştirerek izleyiciye görsel bir şölen sunar.

Anita Ekberg (La Dolce Vita, 1960)

VATİKAN KİRLİ BULDU

Gösterime girdiği 1960 yılında büyük bir skandala yol açan film, Roma’nın gece hayatını ve lüks yaşamı eleştirirken, bazı muhafazakar gruplar tarafından ahlaki değerleri sarsmakla suçlanır. Katolik Kilisesi, filmin Mesih’in gelişiyle alay ettiğini söyleyerek filmi ve yönetmeni kınadı ve onu “La sconcia vita” (kirli hayat) olarak damgalar. Sansürle karşı karşıya kalan film, bazı ülkelerde kesilerek gösterilir.

“La Dolce Vita” kamera arkası, 1960.

UZUN ÇEKİMLER, TİTİZ PLANLAR

Dönemi için oldukça uzun süren çekimleriyle de ünlü olan filmin bazı sahneleri haftalarca çekilmiş ve büyük bir titizlikle planlanmıştır. Özellikle Anita Ekberg’in Trevi Çeşmesi, nam-ı diğer Roma Aşk Çeşmesi’nde suyla oynadığı sahne 7 günde çekilmiştir.

Marcello Mastroianni ve Anita Ekberg, La Dolce Vita’nın setinde, 1960.

OYUNCULARIN BÜYÜSÜ

Yıldız oyuncu kadrosu da unutulmazdır. İtalyan aktör Marcello Mastroianni, Marcello Rubini rolünde kariyerinin zirvesine yerleşirken, baştan çıkarıcı film yıldızı Sylvia rolünde Anita Ekberg, Maddalena rolünde Anouk Aimée ve Marcello’nun eski sevgilisi Emma rolünde Yvonne Furneaux, filmin büyüsünü artırırlar.

Federico Fellini & Marcello Mastroianni

EFSANEVİ BİRLİKTELİĞİN BAŞLANGICI

“Tatlı Hayat”, sinema tarihinin en ünlü yönetmen-oyuncu birlikteliklerinden birinin de başlangıcıdır. Fellini ve Mastroianni arasındaki kıvam öylesine iyi tutmuştur ki ikili daha sonra, “8½” (1963), “Juliet of the Spirits” (1965), “Fellini Satyricon” (1969), “Roma” (1972), “Amarcord” (1973), “City of Women” (1980), “Ginger and Fred” (1986) ve “Intervista” (1987) filmlerinde de birlikte çalışırlar.

IŞILTILI GÖRÜNTÜLER

Görsel anlatımı ve Otello Martelli’nın ışıltılı siyah-beyaz geniş ekran sinematografisi, filmin en dikkat çeken unsurlarındandır. İmajları, kompozisyonları ve kullanılan sembolik imgeleriyle sinema sanatının gücünü gösteren film, estetik görsellik, derinlikli karakterler, toplumsal eleştiri ve yaratıcı anlatımıyla sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.

İtalya’nın ulusal hazinesi olarak kabul edilen “Tatlı Hayat”, birçok unutulmaz sahne ve kültürel ikona evsahipliği yapar. Roma üzerinde asılı duran İsa heykeli ve özellikle Trevi Çeşmesi’ndeki sahneler, sinema tarihindeki en ikonik ve etkileyici anlardan biri olarak kabul edilir.

https://www.youtube.com/watch?v=eSA3Q0Jf43Y

MÜZİKLER NINO ROTA’DAN

“Tatlı Hayat”, sadece görsel şöleniyle değil, aynı zamanda İtalyan besteci Nino Rota’nın büyülü müzikleriyle de hatırlanan bir klasiktir. Film, Roma’nın yüksek sosyetesinin gece hayatını ve bohem yaşamını ele alırken, Rota’nın besteleri de bu atmosferi mükemmel bir şekilde yansıtır. Hüzün, romantizm ve büyüleyici bir atmosfer taşıyan müzikleri, Marcello’nun karmaşık duygularına ve karakterlerin iç dünyasına eşlik eder. Filmle aynı adı taşıyan ünlü tema müziği, büyüleyici bir melodiyi yakalar ve izleyicileri Roma’nın büyülü dünyasına çeker. Sadece birkaç notayla bile filmi hatırlatan bu ikonik tema, Nino Rota‘nın dehasını gösterir. 

Federico Fellini, Altın Palmiye Ödül kazandığı Cannes Film Festivali’nde, 20 Mayıs 1960.

CANNES’DAN OSCAR’A

1961 Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye alan film, Akademi Ödülleri’nde de Siyah-Beyaz Film Dalında En İyi Kostüm Tasarımı Oscar’ını kazanır. David di Donatello Ödülleri’nde En İyi İtalyan Filmi ve En İyi Yönetmen seçilir ve İtalyan Sinema Yazarları Derneği Ödülleri’nden de En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Orijinal Hikâye ve En İyi Yapım Tasarımı ödülleriyle döner.

“Hem büyüleyici hem de rahatsız edici”

Eleştirmenlerin de övgüyle söz ettiği bir filmdir “Tatlı Hayat”. İşte birkaçı… 

“‘Tatlı Hayat’, sinemada yeni bir çağın başlangıcını temsil ediyor. Fellini’nin yaratıcılığı ve görsel estetiği, filmi unutulmaz kılıyor.” – The Guardian

“Fellini’nin ‘Tatlı Hayat’ ile yarattığı dünya, hem büyüleyici hem de rahatsız edici. Film, modern toplumun boşluğunu ve manevi çöküşünü derinlemesine keşfediyor.” – The New York Times

“‘Tatlı Hayat’, büyüleyici bir rüya deneyimi sunuyor. Fellini’nin görsel anlatımı ve Marcello Mastroianni’nin performansı, filmi sinema tarihindeki unutulmaz yapıtlar arasına taşıyor.” – Empire

“Fellini’nin ‘Tatlı Hayat’ı, yalnızca bir film değil, bir sanat eseri. Bu filmdeki görsel kompozisyonlar, sembolik anlatım ve karakter derinliği, sinema sanatının sınırlarını zorluyor.” – Sight & Sound

Anita Ekberg ve Marcello Mastroianni (La Dolce Vita, 1960)

İLHAM KAYNAĞI

“Tatlı Hayat”, sinemada yeni bir dönemin başlangıcın da simgelerindendir. Yeni Gerçekçilik akımının önde gelen örneklerinden biri olarak gösterilir ve “Blow-Up”tan (1966) “Midnight Cowboy”a (1969), “The Passenger”dan (1975) “In the Mood for Love”a (2000), birçok klasiğe ilhâm kaynağı olmuştur.

https://www.youtube.com/watch?v=1BeWEPXWDX4

4 ve 20 Ağustos tarihlerinde Bir Yaz Gecesi Festivali’nde izleyebileceğiniz film ile ilgili detaylar ve biletler için buradaki linke tıklayınız.