29 Şubat 2024
“Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.”
Pınar Erol*
Otuz sene önce “Kim O”da vatandaşın yolunu kesen polis, (hadi Bilge Arat ve Cenk Telimen’i saymayalım) Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan’ı durdurduktan sonra “Geçen Gün” de Beykoz Kundura’da insanların yolunu kesmesin mi? Aynı polis, 1994’te Naz Erayda’nın Kerem Kurdoğlu’ndan yazmasını istediği parçadan çıkıp geldi ve yoldan geçenlere “nerelisin, ne iş yapıyorsun, nereden buldun bunları”gibi sorular sordu. Yani “Kim O”nun o pasajı, “Geçen Gün”ün metnini oluşturdu. Meğer Kerem Kurdoğlu, yıllardır bunu aklının, kalbinin bir köşesinde tutuyormuş. Bir buçuk sene önce Mihran Tomasyan, birlikte bir şey yapalım deyince de nihayet ete kemiğe bürünmesi için çalışmalar başlamış. On beş-yirmi dakikalık metin, daha da genişleyerek şimdiki halini almış. Her türlü hayale açık olan Çıplak Ayaklar Stüdyo’su, oyunun uygulayıcı yapımcılığını üstlenirken yine Mihran Tomasyan’ın önerisiyle Beykoz Kundura da ilk kez yapımcı olarak projedeki yerini almış. Böylece, aynı özenli ruhun bileşenleri, çoklu ifadeler yaratırken bize de seyirci olmanın sorumluluğunu hatırlatabildiler, ne güzel.
Geçen gün ben de insanın yaşadığı şehirle, şehirdeki diğer insanlarla, o insanların diğer (canlı-cansız) varlıklarla ilişkisinden, etkileşiminden, alışverişinden kesitler sunan performansı izledim. İzlediğim günden beri de zamanlı zamansız aklıma her gelişinde yüzüme yerleşen gülümsemeyi fark ettim. Hemen şimdi çarpıldığım şeyi söyleyeyim. Bir kere, tiyatronun tüm anlatım olanakları, el birliğiyle şehrin-insana, insanın-insana, insanın-şehre yaptıklarına aracı oluyorlar. Bunu da olabilecek en estetik biçimde yapıyorlar. Bir göstergebilim edasıyla toplaşıyor ve her biri kendi disiplini üzerinden metni oluşturuyorlar. Yani tiyatronun, metni desteklemesine alışkın olduğumuz tüm bu unsurları, deyim yerindeyse özerkliğini ilan ederek metni bu kez de kendi kodlarıyla baştan sona yazıyorlar. Buradan birbirinden kopuk, eklektik bir dil çıktığı anlaşılmasın. Aksine, birbirine böyle organik bağlanan, kaynaşan, yükselten, birbiriyle böyle güzel konuşan işlere sık rastlamıyoruz. Biz, “gündelik hayatın” hayhuyunun, sanatsal bir dile derli toplu tercümesini izliyoruz. İnsan, karşısına böyle kolektif bir yaratı çıkınca da doğrusu tadını çıkarmak istiyor. Bu tür yazılarda genellikle oyunun konusuna, özetine yer verilir ya, bu kez bunu bilindik yolla yapmak mümkün değil. Ne konusu klasik anlamda düğüm-serim-çözüm çizgisinde ilerliyor ne de türü net olarak söylenebiliyor. Bunun maksatlı bir yaklaşım olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yine de bu “acayip” işte, şehrin, insanı paranoyaklaştırdığı karşılaşmalar, teğet geçmeler, kaçmalar, kovalamacalar esnasında adamsendeci, duyarlı, ürkek, kaba, düşünceli, yardımsever, mahcup, suçluluk duyan, yargılayan, ayıplayan, dayılanan, sevgi dolan ve memnun olan kişileri etki-tepki merceğinden izliyoruz diyebilirim. Mücadele içinde geçen hayatımızda gülümseten an’ları fark edip derin derin içimize çekiyoruz. Şehri, -dolayısıyla insanı- algılama şekillerine çoğulcu bir bakış atıyoruz. İçimden buna disiplinlerin kardeşliği demek gelse de kısaca performans olarak anmaya karar veriyorum. Kelimelerin ve kişilerin yan yana gelişindeki rastlantıya bakarak bu performansa da en çok isim-şehir-hayvan oyununu yakıştırıyorum.
Oyuncuların sahneye gelmesini beklerken gözüm doğal olarak sahne tasarımında geziniyor. Zihni sinir bir projenin aksamları gibi görünen her bir obje, tam da performansın içeriği gibi birbiriyle ilintisi olmayan parçalardan bir bütün oluşturuyor. Bütünün içinde enstalasyon gibi duran bu objelerin, yan yana anlamlı bir dizge oluşturması beklenmiyor. Allah’tan Tophane Noise Band’in şehrin atıklarından oluşturdukları enstrümanlara aşinayım da birazdan bu tezgâhtan çıkacak şeyi az çok kestirebiliyorum.
Oyuncular ve müzisyenler sahneye adım atarken sanki bir çizgiden başka bir zemine/gerçekliğe geçiyorlar. Çoklu evrendeki olasılıklar gibiler. Ya da şehrin herhangi bir metrekaresine denk düşen bireyler gibi. Sonra adımları güçleniyor. Derken onlara bedenleri, sesleri, sözleri eşlik ediyor. Hareket söze, söz sese, ses gürültüye, gürültü duygulara karışırken harmoni yükseliyor. Ve şehrin rotasını arşınlayan işitsel-görsel senfoni başlıyor. Vokal, söz, devinim, tasarım el ele verip alışılmadık bir seyir keyfi başlatıyor. Sahnede var olan her öge, her devinim serbest çağrışımlara açık. Bu serbest çağrışımlar da imgeleri çoğaltıyor. Müzikle, görüntüyle, bedenlerle, sözle, düşünceyle, duyguyla nice insanlık halleri canlanıyor. Başlarda metnin içindeki hikâyeyi takip etmekte zorlanıyorum. Cümleler, iki oyuncunun kendilerine pay edilmiş sözcükleri sırayla söylemeleriyle kuruluyor. Tiyatrocuları tilt eden soruyu bu kez de ben sormak istiyorum. O kadar şeyi nasıl ezberliyorsunuz? Hele de peş peşe anlamlı bir cümle oluşturmayan sözcükler topluluğunu? Aşk olsun size! Tümevarım tavrı fark ediyorum. Demek ki parçalardan bütüne gidiyoruz. Bölüştürülmüş cümlelerin ardıl anlamlarını kovalamayı bırakınca rahatlıyorum. Ancak o zaman kelimelerdeki melodilerin tadını çıkarabiliyorum. Vurgusu değişen, bir anlamda bozulan, böylece müziği, anlamının önüne geçen kelimelerin önünü arkasını rahat bırakıyorum. Yap-bozun parçalarını bir araya getirme çabam boşunaymış; onlar yapı-bozumuymuş. Ve meğer bizim izlediğimiz fragmanmış. Olaylar şimdi açılacakmış. Bu tekrar edilen anlatımlar, her seferinde parantezine rutini, günlerin getirdiğini, olayların olasılığını alıyormuş. Aynı şeyi dinlediğimizi sanırken hikâye, eşlikçilerine göre farklılaşıyormuş, şimdi anlıyorum. Her gün, yeni bir günmüş! Ayrıca birbirini tamamlayan ve iç içe geçen konuşmalardan görüyorum ki an geliyor onlar da birbirini dinlemiyor. Birbiriyle konuşuyor gibi yapıyor ama her biri kendi hikâyesine odaklanıyor. Bunu bazen eko ile bazen kanon ile bazen koro ile bazen de susarak yapıyorlar. Seyirciyi kaybetmekten korkmayan uzun “es”leri ayrıca seviyorum. Bu anlarda sağladıkları sükûnetin tadını çıkarıyorum. Bir de söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz/söyleyemediklerimiz/içimizden söylediklerimize yoğunlaşıyorum.
Esme Madra ve Ozan Çelik, ben ne diyeyim size? İp üstünde yürüyen iki cambaz gibisiniz. Biriniz dengesini kaybetse, diğeri düşecek. Biriniz ezberini, kelimelerin sırasını unutsa, diğeri afallayacak. Biriniz bir an dalsa, diğerinin matematiği bozulacak. Biriniz vurguyu yanlış yapsa, diğerinin ritmi kayacak. O ne güzel duygudur öyle; kendisi kadar karşısındaki için de başarmayı istemek. Bu öyle bir partnerlik formu ki sadece kendinizden değil, karşınızdakinden de sorumlusunuz. Bu yüzden bence ikiniz de iki kişilik oyunculuk sergiliyorsunuz. Sizinki gibi senkron bir oyunculuk, kopmamacasına bir odaklanma olunca da partnerliğin şahikası yaşanıyor işte. Aman nolur düşmeyin!
Bu soyut ses uygulamasından Defne Gül ile Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap sorumlu. Tophane Noise Band’in gürültücü adamları Serkan Aka, Mihran Tomasyan, Selim Cizdan ve Ufuk Fakıoğlu şarkıları, devinimleri, öne çıkışları, arkada kalışlarıyla çok sempatikler. Şehrin rabarbası, gerilimi, koşturması, neşesi, rüzgârı, uyanışı kadar martı, vapur, telsiz, anahtar, kapı, itiş kakış, yumruk sesleri de onlardan soruluyor. Ama güzel olan, istenilen seslerin net ifadeler yerine çağrışımlı tınılarla verilmesi. İşte şimdi o damacananın, hortumun, pompanın, tavanın, dumbell’ın, direksiyonun, süpürgenin de hikmeti anlaşılıyor. Şehrin kustuğu o atıklar, gözümüzün önünde ses efektine enstrüman oluyor. Tüketimden yeni bir üretim doğuyor. Müzisyenler, o iki muzip şarkıyla yeri geliyor sinkaflı bir ayar veriyor, yeri geliyor medeni insanın tarifini yapıyorlar. Yeri geliyor Esme ve Ozan’a eşlik ederek şehrin kalabalığını oluşturuyor, yeri geliyor şehir planlayıcısı gibi onların yoluna taş döşüyorlar. Dekoru oradan oraya taşıyarak evler, basamaklar, sandalyeler, yollar, yokuşlar, engeller, altgeçitler, üstgeçitler hatta bana sorarsanız köprüler yaratıyorlar. Yani çok şey yapıyorlar.
İkilinin hareketleri çoğu zaman şehrin sertliğini, tekinsizliğini gövdelerken kimi zaman da insanın duyarlılığıyla duruluyor. İster aynı yöne ister zıt yöne gitsinler, şehir onları hizaya sokmasını biliyor. Onlar aynı zamanda bedenlerinin eğimleri, açıları, değişen ağırlık merkezleri üzerinden salınımlarıyla konuşuyorlar. Bazen geri geri adımlarla bizi geçmişe götürüyor; bazen birbirini onaylıyor; bazen de oluşturdukları simetriyle kendi gerçekliğini oluşturuyorlar. Ben size söyleyeyim, Maral Ceranoğlu ve Mihran Tomasyan burada bedenlerden şiir yazıyor.
Uzam-zaman-mekân birlikteliğinden oluşan bu performans, ışığıyla da derinlik sunuyor. Karşımızda isli sisli pis puslu bir şehir silueti var. Neredeyse sinematografik diyeceğim. Beykoz Kundura’nın dışardan sızan ışığı, gerçek kesite denk düşerken Utku Kara’nın marifetiyle zaman, mekân anlam kazanıyor. O, nereye bakmamızı isterse, dikkatimiz oraya kesiliyor. Işık, genellikle di’li geçmiş zamanın hâkim olduğu metindeki zaman kırılmalarını, an’dan an’a geçişleri sağlıyor. O an’ı çoğaltan farklı varyasyonlarla şehrin o bölgesinde yaşananlara ışık tutuyor. Tam burada, şimdiki zamanın hakkını ne çok yiyoruz diye hayıflanıyorum. Eş zamanlı yaşanan olaylar farklı hatırlanıyor, dolayısıyla farklı anlatılıyor. Tuhaf değil mi? Güvenli alan, kimimiz için tenhalar demekse kimimiz için kalabalıklar oluyor. Ve birbirinden habersiz aynı yere bakanların gördükleri her zaman aynı anlama gelmiyor. Gerçek şu ki; her bir insanın eylemi/eylemsizliği bu şehrin hikâyesine yön veriyor.
Maya Kurdoğlu, tasarladığı afişlerle oyunun ruhunu katmanlaştırıyor. Denizi, iskeleyi, atıkları, yolları, medeniyetin harcını, insanın olaylar karşısındaki şaşkınlığını ne güzel resmediyor. Bu şehirde yaşayanların görmediği şeyleri görünür kılıyor. Veeee performansın yönetmenleri, Naz Erayda-Kerem Kurdoğlu… Kendileriyle, bu şehre kattıklarıyla gurur duysunlar. Sadece matematiği zor bir rejinin üstesinden gelmiyorlar; bunu sahneleme disiplinlerinden hiçbirini kayırmayan bir yaklaşımla gerçekleştiriyorlar. İllüzyonu kovuyor, gerçek kesitlere yer açıyor, küçük şeylerden çarpıcı bir dünya yaratıyorlar. Tiyatronun bu akıllı auter’leri yenilikçi bir dil arama-bulma becerileriyle bizi hayli memnun ediyorlar. Şehre ayak izini bırakmış onca kişi arasından bize “geçtiğiniz yerlere dikkat edin, her an bir yerlerden bir top, bir köpek, bir çocuk ya da bir melek çıkabilir” diyorlar. Bu sürprizli şehre güleç bir ayna tutuyorlar.
*Bu yazı, 28 Şubat tarihinde Mimesis Dergi‘de yayınlanmıştır.