Sinema tarihinin bilimkurgu klasiklerinden Bıçak Sırtı ve ondan otuz beş yıl sonra gelen devam filmi Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı, 25 Şubat Pazar günü Beykoz Kundura’da seyirciyle buluşuyor. Kutlukhan Kutlu, Bıçak Sırtı’nın gelecek algısını, kendine has işitsel dünyasını ve bıraktığı kişisel izleri inceliyor.
Kutlukhan Kutlu*
2020’lerin duvardaki takvim yapraklarında değil bilimkurguda yaşadığı bir dönemde büyüyen benim gibi biri için inanması zor ama 2024 yılındayız. Bu da demektir ki beni büyüten gelecek geçmişe döneli dört yıldan fazla olmuş. Sancılı ortaokul ve lise yıllarımda bu dostane distopyada bir tür süregiden duygusal sığınak bulduğumdan, odamdaki televizyonda, göğe doğru yükselen sanayi alevlerinin cehennemî bir gelecek tablosunu aydınlatışının hemen öncesine not düşülmüş “Los Angeles / Kasım, 2019” yazısını yüzlerce kez okudum. Farkında olmadan bu tarihi, belki yeni binyıl başlangıcıyla birlikte, merakla beklenen bir dönüm, hatta gelecek anlayışımın üzerine kurulu olduğu bir nirengi noktası olarak zihnime işledim. O yüzden şimdi Bıçak Sırtı’nın (Blade Runner, 1982) ötesinde olmak bana tuhaf bir kaybolmuşluk, kerterizini yitirmişlik hissi veriyor.
Yıllar yılı gelecek demek benim için her şeyden önce Bıçak Sırtı demekti belki ama aslına bakarsanız 1982 tarihli bu film her ne kadar gelecek vizyonunun nispeten ferasetli çıkmasıyla sıkça anılan bir eser olsa da 2019’un tam da onun resmettiği gibi olmayacağını herhâlde çoğumuz biliyorduk. Mesela gün ışığının bolluğundan dolayı bağrına dünyanın en büyük sinema endüstrisi kurulmuş Los Angeles’ın aşağı yukarı kırk yıl içinde sürekli karanlığa, sise ve yağmura bulanacağına hangimiz ciddi ciddi inanıyorduk ki? Ya da kültür tarihinin dört bir yanından boşanmış gibi görünen devasa eklektik mimari eserleriyle tanınmaz bir megapole döneceğini? Belki uçan arabaların ulaşılması böylesine güç bir teknoloji çıkacağından bihaberdik ama insanlardan kolaylıkla ayırt edilemez, ayırt edilebilmeleri için son derece sofistike bir duygu/tepki testine ihtiyaç duyulan biyolojik taklitlerin etrafta gezineceğini hakikaten düşünüyor muyduk? Hayır, ortaokul çağındaki ben için bile Bıçak Sırtı’nın kalbi geleceğin hakikaten nasıl olacağına dair tahminler silsilesi değildi; daha ziyade, bir duygular geleceği, gelecekçileştirilmiş bir hâletiruhiye coğrafyasıydı. Dolayısıyla da Bıçak Sırtı, geleceği düş kurma sahası tutan pek çok sanat eseri gibi, çekildiği an zaten gerçek olan bir filmdi. 1980’lerde yaşamak, o devrin büyük kaygısını, çıkışsızlığını ve serzenişini, belki bir de alttan alta, ince gururunu ve kırılgan şefkatini olanca ağırlığı ve somutluğuyla, dokunaklılığıyla taşıyan bir film. Soğuk Savaş’ın yılgınlığı, yükselmekteki neoliberalizmin heyulası, ekolojik dengesizliğin günbegün içinde yaşanıp kanıksanan bir vakıa hâline gelişi… Teknolojinin konfor değil paranoya lokomotifine dönüşü… Tarihi bitirmek üzere olduğumuza dair bir kara kuşkunun, dokumakta olduğumuz bir büyük karanlığın içinde kendimizi beraberce yalnız bulacağımız yollu bir sezginin resmi.
Bu yüzden de Bıçak Sırtı her ne kadar büyük fikirler taşıyor olsa da hem anlık etkisini hem de hatıraya tutunma gücünü fikirden çok duyumda bulan bir filmdi: Kâh endüstriyel alevlerle kâh titreşen neon ışıklarıyla aydınlanan bu dev binalarla örülü fütüristik metropolün zihne yapışkanlığı, ziyadesiyle kullanılmış yüzeylerinde, her kuytuya çökmüş sisinde pusunda dumanında, tükenmek bilmez bir melankoli makinesi misali her bir santime işlemiş ıslaklığındaydı. Tıpkı Tarkovski’nin İz Sürücü’sünün (Stalker, 1979) açılışındaki bar gibi, bir nevi doku taarruzu marifetiyle sizi sarmalayan, üstünüze sinen, içinize işleyen bir filmdi. İngilizcede immersion kelimesi bugün özellikle video oyunlarının kişiyi içine alma, o dünyadaymış gibi hissettirme maharetini nitelemek için çokça kullanılıyor; suya batırmak, daldırmak anlamındaki immerse’ten gelen bu kelime, aslında mutlak bir sarılmışlık hissini, içinde bulunduğunuz şeyle açıkta gözenek bırakmayacak şekilde sıkı sıkıya temasta olma duygusunu çağırıyor. Böylesine ıslak bir film için bu metaforu kullanmak belki biraz ağdalı kaçacak ama Bıçak Sırtı gerçekten de içine battığınız, bir sıvıya dalar gibi daldığınız bir film ve bunu sadece görsel dokularıyla değil, insanın kültür tarihine dair artık daha fazla su çekecek yeri kalmamış bir sünger misali tıka basa referansla dolu olmasıyla, hülyası ve kaygısı geleceğin aynasında belirirken sırtında koca bir insanlık tarihinin heybesini taşımasıyla, örneğin Mezoamerikan görünümlü gökdelen-piramitlerle kara film kılıklarının ve araçlarının bir arada var olduğu bir alem kurmasıyla da yapıyordu. Söz konusu alemin böğründe, arkada bırakmak yerine peşimiz sıra sürüklediğimiz devasa bir geçmişin gölgesi oturuyor, bu fütürist filme daha çıktığı anda nostaljik bir doku veriyordu. En azından insanın dünyadaki öyküsü açısından “geleceği olmayan bir gelecek”in içine çekildiğimiz hissini üzerimizden atamıyor ve orada, insan ürünlerinin tarihi, geçmişin hayaletleri arasında geziniyorduk. Muhtemelen de o yüzden bugün bu filmden söz ederken illaki bir yerlerde “atmosfer” kelimesini kullanmak mecburiyetinde hissediyoruz kendimizi.
Fakat içine dalmak, çevrelenmek söz konusu olduğunda pek az şey sese rakip olabilir; zor dönemlerde müziğe sığınmak, şarkılara sığınmak, benim Bıçak Sırtı’nda yaptığım gibi filmlere sığınmaktan daha kolaydır çoğu zaman. Her zaman karşınızda olan görüntünün aksine, ses etrafınızdadır ve sizi mükemmelen kuşatır. Nitekim aynı yıllarda Walkman’imde epeyce yıprattığım pür işitsel kasetler, yanımda gelebildikleri için aciliyete tabi ve bu açıdan belki daha da kıymetli mini sığınaklardı. Gelgelelim Bıçak Sırtı’nın sarmalayıcılığı da salt gördüklerinizin eseri değildi zaten, işin içinde filmin neredeyse hiç susmayan ses dünyası da vardı. Gördüklerinizin ve –hiç de istisnai sayılmayacak yoğunlukta– görmediklerinizin sesleriyle şehir yirmi dört saat soluk alıp veren, nabzı atan bir şeye dönüşüyordu: yağmurun sesi, arka planda bir yerlerde sürekli çalışan dev makinelerin uğultusu, şehri saran teknolojik düzeneklerin monoton vızıltı ve biplemeleri, sirenler, ardı arkası kesilmeyen çok dilli anonslar ve ilanlar… Hepsi sanki olduğundan biraz daha yükseltilmiş, baskınlaştırılmış, âdeta kişilerin teninden içeri sirayet etmiş bu sesler, filmin neredeyse imgeleri kadar imzası hâline gelmiş bir ikinci doku alemi oluşturuyordu.
Tüm bunlar marifetiyle film sizi sadece bir görsel manzara değil, bir ses manzarasıyla da sarıyordu ve bir süre sonra, sadece sesleri duymak zihninizde tüm dünyayı çağırmaya yetiyordu – ki filmi bir duygusal yastığa çevirdiğim (tıpkı filmdeki replikantların dolgu anıların fotoğraflarını bir duygu yastığına çevirdiği gibi) o lise çağında, usul usul tam da bunu yapmaya başlamıştım: Başka bir şeyle ilgilenirken bile, video cihazında dönüp duran Bıçak Sırtı’nın seslerini duymak, kendimi o dünyada hissetmeye yetiyordu; ve insan bedeni için alabildiğine hasmane bir hâl almış, içindeki herkesi aynı batakta kendi başına tutan bu dünyayı görmek bir şekilde kendi içine düştüğünüz çıkmazlara dayanma gücü veriyordu. Sürekli daha iyi başka bir dünyanın çağrılarının semalarda alay edercesine yankılandığı bu aşağıda ve geride bırakılmışların dünyasında hayat sürüyorsa, pekâlâ her yerde sürebilirdi. Hâlâ da filmi kafamda oynattığımda belki imgelerden de önce sesler devreye giriyor (ki film de zaten imgeden önce karanlıkta yankılanan devasa, ağır, tok bir sesle başlar), filmi zihnimde “yaşayan bir şehir” hâline getiriyor.
O yaşayan şehrin tınıları, insan sesleriyle makine seslerinin ve egzotik enstrümanların yağmurun altında birbirine karıştığı, zengin bir karışım. Bıçak Sırtı tıpkı insanla suretinin birbirinden ayırt edilemediği öyküsü gibi canlı ve cansız seslerin de birbirinden ayırt edilemez hâle geldiği bir dünya kuruyor çünkü. Yapay hayvan pazarının çok dilli tınıları; o pazardaki kalabalığın ve dumanın üzerine Vangelis ezgileri ve Demis Roussos’un Arapça hissi vermek üzere düzülmüş tamamen uydurma, hiçbir şekilde anlamına nüfuz edemeyeceğiniz şarkısı; sumo güreşlerinden yadigâr hissi veren kaynağı belirsiz anonslar, olduğunuz yerde kalmamak, ilerlemek üzere sizi uyaran trafik ışıkları ve elbette yağmur, o dinmeyen yağmur… Bir de birbirleriyle konuşan insanların sesleri var tabii: Tuhaf bir şekilde mekânda çınlayan, yankılanan sesler bunlar; mekânların büyüklüğünü ve insanların görece küçüklüğünü, o mekânlarda kaybolmuşluğunu pekiştiren. Sanki sesin sahiplerinin kendi kafalarının içinde yankılanıyor ve filmdeki yalnızlık duygusunu daha da güçlendiriyorlar.
Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı’ya (2017) yani orijinal filmden otuz beş sene sonra, 2017’de gösterime giren Denis Villenueve’ün devam filmine gelince… Scott’ın orijinaliyle benzerlikleri ve kopuşları ziyadesiyle konuşulmuş, aslına bakarsanız hâlâ da üzerine yazması ve konuşması zevkli konular. Örneğin orijinalin kara film dünyasıyla sarmalanmış ve bu uğurda yer yer epey eski, 40’ların bağrından kopup gelmiş gibi estetik dokunuşları, o dönemin kıyafetlerinin, yapılarının, hatta araçlarının filmin her yerine sinen ruhu, Villeneuve tarafından büyük ölçüde bir kenara bırakılıyor. Filmin dünyasında da otuz yıllık (2019’dan 2049’a) bir sıçrama sonucu iniş yaptığımız bu yeni Los Angeles, orijinalinkinden epey farklı bir kent: Daha fazla beyaz ve düz yüzeye sahip, sebatından hiçbir şey yitirmemiş yağmurun oyuklarını ve kıvrımlarını doldurmak yerine üzerinden kayıp gideceği çok daha keskin hatlı, brutalist yapılarla bezeli, renkli ışıkların tabelalardan çıkıp havada hologram suretinde gezinebildiği, makine-yaşamın mutlaklaştığı ve ilk filmden yadigâr estetik tarihi külliyatını zombi misali ayakta tutmaktan vazgeçmiş bir şehir. Fakat Villeneuve görsel olarak kendine hemen farkına vardığımız yeni bir saha açarken, işitsel olarak ilk filmin sahasında gezinmeyi tercih ediyor. Nitekim müzikleri yapan Hans Zimmer ve Benjamin Wallfisch de aynı synthesizer’ı (Yamaha CS-80) kullanmaya varıncaya dek, 1982’de kurulmuş o ses manzarasını gözlerine kestirmişler besbelli.
Orijinal Bıçak Sırtı’nın ses tasarımının en tesirli, maruz kalanın içine işleyen yanlarından biri, ses efektinin nerede bitip müziğin nerede başladığını pek ayırt edememenizdir. Soundtrack’ini dinlediğinizde de parçaların içinde sadece melodiler ve armoniler değil, çevre sesleri, anonslar, diyaloglar da yaşar – tüm albüm âdeta bir atmosfer çalışması, bir mood piece hâlini alır böylelikle. Bugün hâlâ ‘Blush Response’ı dinlemeye başladığımda kendimi ânında filmin dünyasına ışınlanmış hissetmemin sebebi tam da görsel ve işitsel dokuların birbirine yapıştığı, hafızanız birini çağırdığında diğerinin de geldiği bu yapı: Rachel’la Deckard’ın ilk karşılaşmasında duvarlardaki su yansımasını andırır ışık oyunlarına eşlik ederken havaya âdeta sıvı bir nitelik kazandıran rüzgâr çanları, o çanların şıngırtısının içinden doğarmış gibi giren synth notaları, iki karakterin sesindeki mübalağalı, içinde bulundukları Tyrell Piramidi’nin devasa boyutlarını hissettiren yankı…
İşte Villeneuve’ün filmi de tıpkı böyle, sesle müziğin aynı mekânda yaşayıp aynı havayı soluduğu bir ambiyans yaratıyor: Nerede uçan arabanın motorundaki titreşim bitip müzik başlıyor bilemiyorsunuz, bu durum da bütün ses düzenine aynı anda hem dünya-içi hem de dünya-dışı tuhaf bir gri bölge havası veriyor. O yüzden 2049’un soundtrack’inde, mesela ‘Wallace’ı dinlerken de sadece müzik değil, filmin ses dünyasını dinliyor gibi hissediyorsunuz ânında kendinizi. Kentin seslerinin insanların zihninde namütenahi yaşadığı bir yer o dünya: Makine düzenekleriyle kent, insanın zihin-mekânının aralıksız bir parçası hâline gelmiş durumda. İlk filmde oyuncu Edward James Olmos’un karakterine konuşturmak üzere kendi yarattığı, Macarcadan Japoncaya envai çeşit kelimenin buluştuğu o tuhaf karma kent dili, yani filmdeki adıyla Cityspeak (Kentağzı), burada biraz daha yayılıp apartmanlarda, ilanlarda, anonslarda ve arayüzlerde sürekli karşınıza çıkıyor.
Villeneuve’ün filminin dikkati çeken ve ilk temasta beni biraz irkilten bir tasarım kararı, orijinal Bıçak Sırtı’nı eşsiz hâle getiren her tür üsluplaştırmanın olabildiğince uç noktalarına götürülmesiydi ve ses de bundan payını doyasıya alıyor. Daha Ryan Gosling’in oynadığı K karakterinin uçan arabasıyla (nam-ı diğer spinner) kente geldiği ilk anda inanılmaz güçlü bir motorun devir gürültüsünü andıran bir ses âdeta filmin üstüne çörekleniyor, kafanızın tepesine bastırıyor. Daha saldırgan, daha kuşatıcı ve değil düş kurmanızı, düşünmenizi, kendi kafa sesinizi duymanızı bile güçleştiren bir ses tasarımı bu. İlk filmin aksine kahramanımızın insan değil replikant olduğunu en baştan öğrendiğimiz bu devam öyküsünde, orijinalin puslu nostaljisi ortadan kayboluyor ve yerine hayal kurmanın bile artık zor olduğu, düş geçirmez görünen kasvetli bir dünya geliyor. Bu dünyanın içinde eskinin kalıntıları da ancak yapay olanın bahçesinde var olabiliyor artık: Tyrell şirketi tarafından geliştirilip satılan Joi adlı DiJi’nin (Dijital Eşlikçi) sinyali niteliğindeki klasik müzik ya da 20. yüzyıl işi yapaylığın en büyük abidelerinden Las Vegas’ın boş otel-kumarhanesinde yankılanan Elvis şarkıları gibi.
Dönüp bakınca Ridley Scott’ın başyapıtının duygusal çekirdeğinin de insan değil de teknolojik suretleri tarafından taşındığını söylemek yanlış gelmiyor bana zaten: O melankolik dünyanın kalbinde insaniyete dair bir hikâye, hatta bir “destan” varsa eğer, insanlardan ziyade onların ürünü olan ve hakikaten dokunaklı, hayatiyet dolu bir arayışın içinde bulunan replikantlar tarafından yazılan hikâyeydi. İşte bu çekirdek, başkarakterin bir hikâyeye inanma sonucunda dönüşüm geçirdiği Blade Runner 2049’da daha da görünür hâle geliyor ve insaniliğin gözlerde değil seste tespit edildiği bu dünyada, işin belki en dramatik kısmını da sese yaptırıyor. Bıçak Sırtı’yla yıllarını geçirmiş biri olarak Villeneuve’ün filmini ne kadar etkileyici bulsam da doğrusu orijinalinin kalıcılığına, “yapışkan”lığına sahip olmadığını düşünmüştüm ilk izlediğimde… Oysa seslerin ve imgelerin yapışmak, sinmek için biraz zamana ihtiyacı vardır. Ridley Scott’ın filmi gösterime girdiğinde yapımcıları için gişede büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı; zamanla kült, sonra da klasik hâline geldi… Benzer bir yazgıyı Blade Runner 2049 da yaşıyor ve şimdi filmin gösterime girişi üzerinden yedi yıl geçmişken, onun tınılarını yanımda taşıyıp onunla çevrelenebilecek vakti verdikten sonra, hayalhanemdeki Bıçak Sırtı evreninde artık 2049’un seslerinin de yankılandığını, müziklerin, tarayıcı seslerinin, Asya dillerinde anonsların, sokaktaki robotik sesli uyarıların birbirine karıştığını fark ediyorum. Villeneuve’ün Bıçak Sırtı’sı kendi mantıki sonuçlarını bulup kendi yeni imge-dünyasını inşa ederken bir taraftan eski düşlere veda ediyor belki ama, bir taraftan da artık ötesine düştüğümüz o kıymetli karanlık geleceği yad eden nostaljik bir ses köprüsü kuruyor. Zaten nostalji hem ayrı hem de içinde olmak değil midir bir bakıma? Blade Runner 2049’un orijinal filmle ilişkisi tam da böyle. Vaktinde hayal edilmiş bir geleceğin ezgileri gibi.
Sinema tarihinin bilimkurgu klasiklerinden Bıçak Sırtı ve ondan otuz beş yıl sonra gelen devam filmi Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı, Kundura Sinema’nın 5. yılına özel hazırlanan “Kundura Sinema’nın Hafızası” programı kapsamında 25 Şubat Pazar günü Beykoz Kundura’da seyirciyle buluşuyor.
*Bu yazı, 21 Şubat 2024 tarihinde Altyazı sinema dergisinde yayınlanmıştır.